NÂZIM HİKMET, PUTLAR, GELENEK VE GELECEK


Hemen her büyük şiirin kendi toprağına sıkıca bastıktan, orayı kavradıktan sonra  sıçradığını düşünüyorum. Sıçramak için hız almak gerekiyor. Gerilmek, güç toplamak ve ondan sonra büyük bir atılım yapmak... Kendi toprağından  güç almayan bir şiirin bu atılımı yapamayacağını düşünüyorum. Geleneği kavramak, ondan faydalanmak gibi kavramlar da bu duruma bağlı olarak ortaya çıkıyor. 
Nâzım Hikmet’in şiirinin başarısının nedenlerini düşünürken Türk şiir geleneğiyle nasıl bir bağlantı kurduğunu sorgulamamak imkansız. Nâzım Hikmet’in gelenekle ilişkisinden söz etmek istediğinizde ise ünlü “Putları Yıkıyoruz” kampanyasından başlamak bir zorunluluk gibi... Çünkü Nâzım Hikmet’in bu kampanya ile gelenekle bağını kesmekle kalmayıp onu yerle bir ettiği de söylenir. Ve şu sonuca varılır; Nâzım Hikmet gibi toplumcu şiirin öncüsü olmak istiyorsanız geçmişteki her şeyi yerle bir etmeniz gereklidir. Türk toplumcu şiirinin çizgisine baktığınızda bu anlayışın oldukça hakim ve belirleyici olduğunu görürsünüz.  
Ama Nâzım Hikmet’in şiirlerini incelediğinizde bu yargıya tamamıyle katılmanız kolay değildir. Gelenekten, geçmişten kopuk bir şiir değildir okuduğunuz. Aksine onu kavramış, özümsemiş ve kendi şiir yapısı içinde dönüştürmüştür. Getirilen biçim, bakış açısı, imge dünyası, temlerle şiir geleneğinden bir kopuş söz konusudur ama bu radikal bir kopuş değildir, faydacı bir anlayışla hayata geçirilmiştir.  Bu noktada, eğer ortada bir paradoks yoksa “Putları Yıkıyoruz” gibi bir kampanyanın pek de anlamlı olmadığını düşünmemek elde değil.
Günümüzde yaratılan havaya bakarsanız Nâzım Hikmet bu kampanya ile döneminin tüm önemli ve etkili şairlerini hedef almıştır. Bugün de yapılması gereken odur; kendinizden önceki tüm şiir anlayışlarını yerle bir etmek... Bu kanının doğru olup olmadığının anlamak için  Nâzım Hikmet’in söz konusu yazılarına bakmak gerekli. 
Nâzım Hikmet’in “Putları Yıkıyoruz” başlıklı iki yazısı var; “Putları Yıkıyoruz, No 1 Abdülhak  Hâmit” ve “Putları Yıkıyoruz, No 2, Mehmet Emin Beyefendi”. Başlıklardan anlaşılacağı gibi o dönem sadece iki put varmış!..
Nâzım Hikmet, Abdülhak Hâmit’i sorgulamaya şu savla başlıyor “bir yazıcı için en büyük imtihan her lisanda aşağı yukarı aynı kuvveti muhafaza edecek kadar mahalli ve beynelmilel olmasıdır”. Sözünü şöyle tamamlıyor: “ Dâhi-i âzamın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin, bakın dâhinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor...”. 
Abdülhak Hâmit’in dâhi olarak nitelenmesinin yanlış olduğunu düşünen Nâzım Hikmet, dâhi olabilmek için “Mensup olduğu milletin içinde bulunduğu içtimai inkişaf merhalesini, beynelmilel bir ehemmmiyet alacak derecede ifade etmek; yahut bu merhale eğer son anlarını yaşamakta ise, müstakbel inktişaf merhalesinin ana hatlarını, hiç olmazsa bir seziş halinde düsturlaştırmak. Bu ikinci kaziyede de beynelmilel bir dereceye yükselebilmek.” şartlarını getiriyor ve ekliyor “Cihan dâhileri arasında Şekspir, Korney, Rasin varken onların sesini taklit eden, fakat bu sese yeni bir nota olsun ilave edemeyen Abdülhak Hâmit Beyefendi yoktur.” 1
Yıkılmak istenen ikinci put “Milli şair, Türk şairi” olarak ünlenmiş Mehmet Emin Yurdakul. Nâzım Hikmet, Mehmet Emin’in halkın hiçbir sınıfının, tabakasının kullanmadığı, çeviri havasında, uydurma bir dil kullandığı için Türk şairi sayılamayacağını çünkü Türkçe yazmadığı savını ileri sürüyor. “Sultan Hamit devrinde de yaşayan bu şairin, Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri, Namık Kemal’in bir çok yazıları kadar olsun istibdada karşı haykıran ve dillere destan olan hangi yazısı vardır? Milli şair olduğu iddia edilen Emin bey hangi yazısıyla Ziya Paşa kadar olsun emperyalizme dost olanlara hücum etmiş ve en nihayet yazısı Kemalettin Kâmi’nin “İzmir Kapılarında” isimli küçük şiiri kadar son mücadelenin destanı olmuştur? Filhakika son istihlas mücadelesinde “Aydın Kızları” gibi filan şiirler yazmıştır, fakat bu şiirlerin hangisi unutulmamıştır?” diyor.
Bugün bulunduğumuz noktadan baktığımızda Makber gibi bir iki şiiri dışında ne Abdülhak Hâmit, ne de Mehmet Emin Yurdakul var. Mehmet Emin Yurdakul, Nâzım Hikmet’in de belirttiği gibi daha o zaman unutulmaya başlamış. “Milli şair” sıfatı dışında put olma gibi bir özelliği olduğunu da sanmıyorum. Yazıların yazıldığı tarih 1929’dur. Bu iki şair dışında herhalde o dönemi belirleyen onlarca şair adını ard arda yazabiliriz. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Necip Fazıl... Nâzım Hikmet’in sadece iki putla kalması ilginçtir. 
Daha sonra bu putlardan birini tamir etmeye çalışması ise daha ilginç! Çok geçmiyor, 1934’de Orhan Selim imzasıyla  Akşam gazetesi’nde ardarada iki yazısı yayınlanıyor; “Öptüğüm El” ve “83 Yaşında Delikanlı”.  “Oda loş... ak saçlı ozan, içine bir çocuk gibi gömüldüğü, geniş koltuğun kolu üstüne sağ elini bırakmış. Lambanın ışığı omuzlarını yalayarak yerle göğün bu en güzel verimini, kocamış ozanın elini aydınlatıyor. Ben ki el öpmemişim, eğildim, öptüm bu eli. Yaratanın yaratanını, kendi kendimi öpmüş gibi oldum!..” diyor ilk yazıda, ikincisinde ise öptüğü elin sahibini açıklıyor; Abdülhak Hâmit.
Yıllar sonra Sabiha Sertel’e söyledikleri ise daha ilginçtir. “ O zaman sekterdik... Biz meselâ “Putları Kırıyoruz” kampanyasını neden açtık?... Abdülhak Hâmit milli şair değilmiş. Memleket konularıyla ilgilenmezmiş... Proleter şairi değilmiş... Saltanat devrinde, proleteryanın daha doğum halinde olduğu devirde onun proleter şairi olmasını nasıl bekleyebilirdik?!.. Adam büyük şair. Kendi ufuklarından çıkmış, dünya konularıyla ilgilenmiş. Abdülhak Hâmit yaşadığı devrin, şartların mahsulüydü. Mehmet Emin ise şair bile değildi. Mehmet Akif’in mistik ideolojisini, gerçekçi eserlerimizle çürütmeli idik. Namık Kemal bir vatan şairi idi. Zamanında Abdülhamit diktatörlüğüne karşı savaştı. Bu yüzden menfalarda süründü. Biz bunların hepsine çattık. Bunları burjuva şairi, edibi diye kenara attık. Neydi benim o “Berkley” şiiri?!.. Diyalektik materyalizm şiirle mi öğretilir?!.. Proleter şairi aşk şiiri yazamaz dedik. Tabiatı ve insanı unuttuk.” 2
Putları Yıkıyoruz kampanyasının kısaca öyküsü bu... Buradan varılması gereken sonucu ise yukarıda okuduğumuz gibi Nâzım Hikmet bizzat kendisi söylemiş. Bu nedenle Nâzım Hikmet’in gelenekle ilişkisini “Putları Yıkıyoruz” yazılarının dışında okumak, anlamaya çalışmak daha doğrusu. 
Nâzım Hikmet’in ilk şiirlerini yayınlatmaya başladığı yıllarda hem dünya büyük bir dönüşümü yaşıyor hem de Türkiye... Tüm bunlara bağlı olarak Türk şiiri de Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçilmesi ile birlikte derin bir sarsıntıyla  ve ona bağlı olarak önemli bir değişimi de yaşıyor. Çağdaş Türk şiirinin kurucuları bu dönemde ortaya çıkıyor; Ahmet Haşim ve Yahya Kemal. Abdülhak Hâmit’lerin, Cenap Şahabettin’lerin hatta Tevfik Fikret’lerin etkisi Osmanlıca ile birlikte tarihin derinliklerinde terk ediliyor. Düşünce ve gönül açısından Nâzım Hikmet, Tevfik Fikret’e, Namık Kemal’e yakınsa da şiir açısından Yahya Kemal’den etkilendiğini yadsımıyor. Çünkü modern olan, gelişmeye açık olan ve en önemlisi Türkçe’de gelişip büyüyen odur.  Nâzım Hikmet, Yahya Kemal’i şöyle tanımlar; “Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal”. Yahya Kemal’den şiir tekniği açısından da çok şey öğrendiğini sık sık tekrarlıyor.  “Yahya Kemal’i beni lütfen iyi anla, şair olarak değil USTA olarak, Türk şiirinin tekniğine büyük hizmetler etmiş bir insan olarak , kendi tarzında ve zihniyetinde kültürlü ve çok zevkli bir hoca olarak pek sever ve  pek beğenirim. Ve bu taraflarını inkâr etmem ve edenlere karşı kavgaya hazırım.” diyor ama şunu eklemeyi de unutmuyor “Politikada ve cemiyette tesiri ise, benim telakkime göre geri ve mürtecidir...” 3
Bu sözler tam anlamıyla Nâzım Hikmet’in Türk şiir geleneğiyle ilişkisinin niteliğini yansıtıyor.  İnkâr etmemek, aksine önemsemek, ondan yararlanmak ama onun tamamen etkisine gireceğine gelenekten aldıklarıyla yepyeniyi, farklıyı oluşturmak... Bu prensipleri uygularken de politik kıstasları değil sanatsal kıstasları göz önüne almak. Gerici diye nitelendirdiği bir şairi şiir söz konusu olunca “USTA” diye nitelemek... 1960’da Çağdaş Türk edebiyatını değerlendirirken de dikkati çektiği özellik budur; “geleneği bir sıçrama tahtası sayıyor. Taklit ve kopya etmiyor, gelenekle münasebeti aktif, yaratıcı bir münasebettir.” 4
Bu yönde tavrını sırf şiirinde değil sözlü olarak da defalarca net bir şekilde ortaya koymuş ve bunun toplumcu tavırla tam anlamıyla uyuşan bir yaklaşım olduğunun altını çizmiş... “Yalnız kendi edebiyatımın değil, tanıdığım bütün edebiyatların geleneklerinden faydalanmak istiyorum. Tabii gerekirse. Bazan da kendi edebiyatımın geleneğinden bile faydalanmak istemiyorum. Her eserde mutlaka bir geleneğin geliştirilmesi gerektiğine de kani değilim. Her sanatkar ömrünün sonuna kadar arayacaktır. Bu arama seyrinde her konkre öze en uygun şekli bulmağa, kendi kendini tekrarlamamağa, şahsiyetini muhafaza etmekle beraber taklit etmemeğe çalışacaktır. Gerçeği toplumcu gözle incelemekten gayrı hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır. Denenmiş birçok sanat kaidelerinin tecrübelerinden elbette ki yararlanacaktır. Elbette ki, kendi halk sanatının, dünya halkları sanatlarının, kendi ve dünya halkları klâsiklerinin geleneklerinden faydalanacaktır. ama sadece faydalanacaktır. Onları bir sıçrama tahtası olarak kullanacaktır, ayaklarına pranga yapmayacaktır.” 5
Nâzım Hikmet gelenekle ilişkisini böylesine tanımlarken kendisinin de bir gelenek oluşturduğunun farkında mıydı acaba?  Çağdaş Türk Şiiri’nin Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’le birlikte üçüncü ayağını oluşturan bir şair olarak kendi şiirinden çıkarak nasıl bir gelenek oluştuğunu düşünüyordu? 
Nâzım Hikmet şiir tekniği ve ustalık açısından Oktay Rifat’ı beğense de onun gözünde dört dörtlük şairler Dinamo ve A. Kadir’dir. 1930’lu yıllarda beğendiğini söylediği desteklediği şairlere bakınca bunu daha iyi anlıyoruz. İlhami Bekir Tez, Fahri Kamil, D.Türkmen, İdris Ahmet, İsmet Hüsnü, Nihat Rıza.... İlhami Bekir dışında bu adlara herhangi bir antolojide rastladınız mı, herhangi bir şekilde adlarından söz ediliyor mu? Aynı yıllarda Nâzım Hikmet’in pek de beğenmediği, bakalım gelecekte ne yapacak dediği şairse Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. 
Çağdaş Türk şiirinde Nâzım Hikmet etkisini düşünürken onun koyduğu prensiplerle, onun şiirinden yola çıkarak, onu izleyerek yazanların nasıl çeliştiğini görüp şaşırmamak elde değil. Tabii bunun oluşmasında Nâzım Hikmet’in de bir nebze katkısı olmuş. Nâzım Hikmet’de bütün büyük şairler düştüğü yanılgıya düşüyor. Kendi şiiri için koyduğu koşulları değerlendirdiği şairlerde aramak zahmetine girmiyor.  Kendi şiirine benzeyen, onun taklitlerini oluşturanları beğeniyor, destekliyor. O zamanda Dağlarca gibi şairler listenin dışında kalıveriyor.  İlginçtir, aynı Nâzım Hikmet roman ve hikaye yazarlarını değerlendirirken çok daha isabetli davranıyor. Onun beğendiği ve yazılarıyla sürekli desteklediği yazarları tekrar etmeye gerek var mı? Kemal Tahir, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Sait Faik, Aziz Nesin... Neredeyse Türk edebiyatının tüm büyük ve önemli adları.
Nâzım Hikmet kendinden sonraki şiiri etkisi altına almakla kalmıyor, belirliyor da. Moda deyimle söylersek kendine endeksliyor. Ondan büyük güç alarak oluşturulan toplumcu sanat anlayışı da 1940’lardan 70’lerin sonuna dek  kendinde gördüğü doğal iktidar hakkıyla Türk şiirini belirliyor, belirlediğini düşünüyor.  
Bir şairin toplumcu şair olup olmasının anlaşılmasında en önemli kıstası olarak Nâzım Hikmet’e tavrına, ondan nasıl etkilendiğine, izini sürüşüne bakılır.  Eğer bir şair  Nâzım Hikmet’in etkisinden sıyrılıp kendi kimliğini oluşturmaya çalışıyorsa, kendi şiirini kuruyorsa bir daha toplumcu şair olarak anılma şansı yoktur. 1940 kuşağı şairleri olarak anılan adlara bakarsanız bu anlayışı daha iyi kavrarsınız. İlhan Berk’in sonradan niçin 40 kuşağı listesinden çıkartıldığını, Attilâ İlhan’ın kerhen listeye alınmak zorunda kalınmasının nedenlerini araştırmak ilginç olacaktır. 
Garip, İkinci Yeni, 60’lı Yılların Şiiri, 80’li Yılların şiiri gibi tüm yenilikçi ve Nâzım Hikmet şiirinin şemsiyesinin altında tam anlamıyla durmayan, toplumcuyum diye bar bar bağırmayan şiir uçları bu nedenle derin bir kuşkuyla karşılanmış dışlanmaya, yok sayılmaya çalışılmıştır. 
Gelenekle ilişkisini net bir şekilde koyan Nâzım Hikmet, gelecekle ilişkisinde aynı netliği sağlayamamıştır. Burada şiirin yerini büyük şair olma psikozu ve bir başka gelenek, toplumculuk almıştır. Nâzım Hikmet bir yandan kendi şiirini taklit edenleri beğenip, ‘iyi şiir budur’ diye desteklerken, diğer yandan  yine sadece politik eğilimleri gözönüne alan bir bakış açısıyla Çağdaş Türk Şiiri’ne yaklaşmış, değerlendirmelerini hep o gözlükle yapmıştır. Nâzım Hikmet’in bu iki eğilimini de garipsemiyorum. Ama kendi içinde normal karşılanabilecek bu eğilimler, bakış açıları Türk şiirinin geleceği açısından olumsuz etkilerin doğmasını kaçınılmazlaştırmıştır. Onlarca yıl sırf toplumcu diye kalitesiz şiire prim verenler Türk şiirinin ana dallarını oluşturanları görmezlikten gelmeye, görünmemesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu büyük bir şairin geleceği nasıl etkileyeceğini göstermesi açısından önemlidir.
Diğer yandan toplumcu olsun olmasın yine 80’li yıllara kadar Türk şairleri duruşlarını, konumlarını poetik açıdan da Nâzım Hikmet’e, onun şiirine göre belirlemişlerdir. Burada Nâzım Hikmet’in herhangi kişisel etkisinden söz etmiyorum. Onun şiirinin büyüklüğü bunun nedenidir. Türk şiir  geleneği onunla başlıyormuş gibi bir havada yaşanmıştır. Ama bu yaşayış tarzı nedeniyle bir çok şiir anlayışı Nâzım Hikmet’ten ötesini göremediği için başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun aşıldığı, Nâzım Hikmet şiirinin tüm gerçekliğiyle görülüp, dönemiyle, çağdaşı şairlerle, şiir anlayışlarıyla birlikte değerlendirildiğinde kuşkusuz Türk şiiri yeni ve çok değişik bir evreye girecektir. 
notlar:
1. Nâzım Hikmet’in yazılarından bu ve izleyen alıntılar Adam Yayınları’ndan 1991’de yayınlanan “Yazılar 1, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil” den yapılmıştır. 
2. Roman Gibi, S. Sertel, Ant yay 1966. Aktaran Aziz Çalışlar, “Sanat ve Edebiyat Üstüne, Nazım Hikmet” Bilim ve Sanat Yay. 1987.
3. Adalet Cimcoz’a Mektuplar’dan aktaran Aziz Çalışlar age.
4. Aziz Çalışlar age.
5. age.

Yorumlar