İKİ BİNLİ YILLARIN BAŞINDA ŞİİRİMİZİN HALİ


Şiir ve gençlik... Ayrılığı düşünülemeyen iki sözcük, iki olgu. Şiirin olduğu yerde gençlik var, gençlik varsa şiir de var. Şiir gençlikle bağını kopardığı anda yaşlanmaya başlıyor. İkibinli yıllarda bence şiirin önündeki en önemli handikap bu; gençlik şiirden uzaklaşıyor. Önemli bir gösterge... Son on yılın dergilerini taradığımızda yeni karşılaştığımız isimlerin azaldığını görüyoruz. Eskisi gibi dergilerde şiir yayınlatma isteği duyan gençlerin sayısı çok değil ve eskisi gibi dergilere yüzlerce şiir gelmiyor. Dergilerde görünenler de çok fazla diretmiyor, bir-iki şiir yayınladıktan sonra gözden kayboluyor, şiiri bırakıyor.
Bunun ilk akla gelen nedeni hayatın gençleri şiirden uzağa düşürmesi olabilir. Bunun karşıtı da şiirin hayata uzak düşmesidir. Her ikisi de doğrudur. 
Ama bunların yanında benim aklıma başka bir neden daha geliyor; artık şiir yayınlatmak da, şiir de varolmak da, şair olarak anılmak da o kadar kolay değil. Çünkü çıta çok yükseldi. Sıradan bir şiir yazmak, vasatı yakalamak bile, yükselen beğeni düzeyi nedeniyle genç bir şair adayı için yeterli olmuyor. Çünkü şiir okuru artık varolanın üstünde/ötesinde ürünler görmek istiyor. Kendini tekrarlara da, Amerikan’nın yeniden keşfine de tahammül edemiyor. Artık üçüncü sınıf Orhan Veli kopyalarıyla, Nâzım Hikmet özentileriyle, beceriksiz İkinci Yeni tekrarlarıyla değil okunmak, yayınlanmak şansını bile yakalayamıyorsunuz. Şans eseri şiir yayınlayanlar da yolun uzun ve zorlu olduğunu fark edince kolayı tercih ediyor ve şiiri bırakıyorlar.
Çıtanın yükselmesi, beğeni düzeyinin geldiği nokta, şair sayısının azalmasını getirse de şiir dünyasından heyecanlar, devinimler eksik değil ve bu hareketliliğin en önemli kaynağı yine gençler. Gençler bir yandan mevcut dergilerin tavsayan havasını yeni ve öncü şiirleriyle sarsmaya, oralarda düzeni bozmaya çalışırken, bir yandan da kendi dergilerini çıkartıyorlar. 
İkibinli yılların dergilerindeki hakim havaya bakmak, şiirin yönelimini anlamak açısından bize çok yararlı olacak diye düşünüyorum. Gençler tarafından yayınlanan dergilerin hemen hepsi ürün dergisi görünümünde. Bir bakış açısı oluşturmaktan, düşünce bildirmekten çekiniyorlar, kaçıyorlar. Düşünsel arka planı olmayan şiir dayanaksız kalıyor. Düşünce bildirmekten korkan, sadece ürün yayınlamakla yetinen dergiler okuyucusunu bulamıyor, bağ kuramıyor. Var olan tartışmalarda bile taraf olmak ya da yeni bir bakış açısı oluşturmak gibi bir dertleri yok. Şiirin sanatın en dinamik, en tartışmalı alanlarından olduğu unutulmuş gibi. Bir kabullenmişlik, konsensus havası var. Oysa şiir de, şiir anlayışları da tartışmalarla gelişir.
Bu tartışmasızlık durağanlığın işareti gibi, şiirde yeni eğilimler oluşmuyor, varolanların yeniden üretimi yapılıyor. Bu hava da şiirin gençlerin ilgisini çekmesini önleyen nedenlerden olabilir.
Şiirin düşünsel yanı bir yana bırakılıp sadece ürün vermekle ilgilenilince de dergiler süreç içinde işlevlerini yitiriyorlar. Belki de bu yüzden bir çok şair adayı ürünlerini okura ulaştırmak için dergilerden yararlanmayı aklına bile getirmiyor. Hemen kitap çıkartmak istiyorlar, mümkünse büyük bir yayınevinden ya da kendi olanaklarıyla... Tanınmış şairlerin kitaplarının bile beş yüz tane satılamadığı bir ortamda ilk kez okuyucu ile buluşacak bir şair adayının hiç şansı olmadığını nedense değerlendiremiyorlar. Kendilerine değerli görünenin şiir olarak bir değeri olmadığını ise anlayamıyorlar. Türk şiirinin bulunduğu noktadan habersiz oldukları için kendi yazdıkları şeylerin şiir olarak düzeyini de kavrayamıyorlar. Hayatlarında ilk kez yazdıkları şiirlerle oluşturdukları kitapları yayınlanma olanağı bulmadı mı, ya da yanlışlıkla yayınlanıp ilgi toplamadı mı şiirden vazgeçiyorlar. İlgileri de tutkuları da bu kadar...
Tüm bu olguları görünce, inatla şiirle uğraşan, ürünlerini yayınlatan genç şairleri, şair adaylarını taktir etmek bir yana desteklememiz gerektiğini de düşünüyorum. 
EĞİLİMLER
Doksanlı yıllarda yazılan şiir kendi düşünce ortamını, bakış açısını oluşturmadığı için  yeni bir eğilim geliştirmedi, bir kopuş ya da patlama yaşamadı demiştim. Belki de varolan şiir anlayışlarının etkinliğini henüz yitirmemesinden kaynaklanan bir durum bu. 
Her on yılda yeni bir anlayış, yeni bir kuşak bekleyenler için pek hoş olmasa da doksan’lı yıllarda yazan, yazmaya başlayan şairler böyle bir değişimi, yenilenmeyi tercih etmediler. Onlar oylarını varolana bağlanmaktan, eklemlenmekten yana kullandılar.  
Günümüz Türk şiiri 80’li yılların gölgesine sığınmayı yeğledi. Hâlâ “80’li yılların şiiri” diye bir şeyin tartışılması, 2000’de olmamıza rağmen doksanlı yılların şiirinden söz edilmemesi de bunun göstergesi sayılabilir. 
Günümüz genç şairlerinde varolan eğilimlerden söz ederken 1993’de yayınlanan bir yazımdaki görüşlere dönmem gerekiyor. O günden bugüne pek fazla bir gelişme, değişme olmadığını görüyorum. Mayıs 1993’de Dünya Kitap’ta yayınlanan yazımın başlığı “90’lı Yılların Şiiri İçin Su Falı”ydı. O yazıda günümüz şiirinin eğilimlerini bulmaya çalışmıştım. 
Bildiğiniz gibi seksenli yıllarda “Önce şiir” diyen bir anlayış geliştirilmişti. Şiirin bir araç değil amaç olduğu görüşünden yola çıkılarak, yazılanların her şeyden önce şiir olması gerektiği, bir şiirde varolması gereken unsurları, estetik değerleri taşımaları ve nihayet yeni olmaları gerektiği savunulmuştu. Şair, şiir geleneğiyle bağını koparmadan kendi kimliğini, kişiliğini bulmalı, dünyaya bakışını şiirinde yansıtabilmeliydi. Bu eğilimin etkisinde kalan genç şairler zor olanı seçenlerdir. Çünkü bu kıstaslarla yaklaştığınızda şiir yazmanın pek de kolay bir şey olmadığını görüyorsunuz.. Aynı zamanda başarılı olmak için var olanı çoğaltmak, kopya çekmek, aşırı etkilenmeler işe yaramıyor. Çok sağlam, özgün şiirler yazmak, var olan estetik düzeyi aşmak gerekiyor. Başta sözünü ettiğim çıtanın yükseldiği yer de burası.
Bu eğilimi benimseyenler teknik olarak öyle çok ve ilginç deneylere giriştiler ki yeniliği orada aramak ve bulmak kolay değil. 
Belki de bu yüzden bazı genç şairler hâlâ çözümün dille oynamaktan geçtiğini sanıyorlar. Oysa ipin üzerinde onlardan daha deneyimli dil ustaları var. Osmanlıca’nın yerine İngilizce’yi koymak bu noktada bir çözüm, bir yenilik olmuyor, sadece var olanı yinelemek oluyor. 
Burada bir çıkış bulamayanların yöneldiği eğilim ise şiiri zeka pırıltısından ibaret sananların yanı. Espri yaparak, ilginç sözler söyleyerek, hikmetler saçarak ve de okuyucuyu güldürerek şiir yazmak mümkün değil diyemeyiz. Ama hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz. Eli yüzü düzgün bir şiir yazmayı beceremeden bu tür ilginçliklere girişmenin sonu ne yazık ki hep hüsran oluyor. Bu arkadaşlar artık güldüremeyen komedyenlere dönüyorlar. Komiklik yakalarına yapıştığı için de artık başka türde yazmaları da mümkün olmuyor. 
Bu komikliğin bir adım ötesi de mizah dergilerinin etkisi; karikatür gibi şiirler yazmak. Şiirle karikatür çizmek... Can Yücel, Metin Eloğlu gibi kara mizahı, ironiyi öne çıkartmak... Bunu yaparken de her şeyi eleştirmenin, her şeye karşı çıkmanın yeterli olacağını sanıyorlar. Oysa bu tür yazan şairlerin de, mizah dergilerinin de düşünsel olarak durdukları bir yer var. Herkesin Can Yücel gibi hem toplumcu bakış açısını taşıması hem de toplumcu gerçekçiliğin klişelerine, sloganlarına kapılmaması kolay değil. 
1993’teki yazımdaki görüşlerimden bir noktada ayrılıyorum. O yazıda doksanlı yıllarda şiir yazmaya başlayanlarda ortak eğilim olarak; “Dışa açılma isteği”ni, “Şiirin ilgi odağı olması” arzusunu görmüşüm. Aradan geçen yıllar bunun doğru bir tespit değil bir temenni olduğunu gösterdi. “Kitle iletişim araçları geliştikçe şiir daha çok kendi içine kapanıyor” diye düşünüyorum şimdi. Şairin hayatında radyo, televizyon, İnternet gibi araçların olmaması bir yana var olanlardan, belki de tek iletişim aracı olan dergiden de kurtulma ya da onu fanzin, hatta mektup düzeyine indirme eğilimi söz konusu. Şair kendi dışında yazılanlara kişisel ilgi bir yana mesleki bir ilgi bile duymuyor. Yazma oranı arttıkça okuma oranı düşüyor. Yabancı dillerden vazgeçtik türkçede yayınlanan kitaplara bile yüz verilmiyor. (Sahi, günümüzde Dünya’da, Avrupa’da  nasıl bir şiir yazıldığından haberdar olan var mı?) Diğer sanat dallarıyla bağ kurmak, herhalde onlardan izleyici düzeyinde bile haberdar olmayanlar için söz konusu olamaz.
Anlaşılan, doksanlı yılların global politikaları, tüm dünyayı kendi vatanı olarak görme, tüm nimetlerden yararlanma, tüm varlıklara sahip çıkma arzusu şiirimizi de şairimizi de hiç etkilemedi ya da kötü etkiledi, tepki olarak şiir daha çok içine kapandı. Şiir dünyadan da, kendi ülkesinden de iyice soyutlandı. Sanki başka bir evrende başka bir hayatı yaşar hale geldi. 
Bu içine kapanmanın, kopuşun ve cahilleşmenin açacağı yaranın boyutlarını düşünmek bile istemiyorum. En kötü eğilim bu ve ne yazık ki hemen tüm genç şairlerde de çeşitli oranlarda var. 
ŞAİRLER
Doksanlı yıllarda yazmaya başlayan şairlere tek tek isimler düzeyinde baktığınızda belki ilk anda bir kalabalıktan söz etmek mümkün, ama çoğu ilk bakışta, ilk okuyuşta, hatta ilk dizede eleniveriyor. Zaten bu kalabalığı oluşturanlar da bir süreklilik göstermiyor. İsimler hep değişiyor. Bir kez okuduğunuz şairi ikinci kez okuma şansınız çok az, üçüncü kezden söz etmek olasılığı ise çok düşük. Geriye iki elin parmakları kadar şair kalıyor. Ama bu sayıyı küçümsememek gerek. Çünkü hepsi de dikkati çeken, ilgiyle okunan şairler. Kalıcı olmanın bir çok işaretini de veriyorlar. 
Yarıldı toprağın sihir zarı
İndim içine, çekirdeğinden ayırdım göbek bağımı
Bana artık ölüm dönmüyor
Doğum sancılarıyla kirlenmiyor seferi aynam
Ayhan Kurt, hem şiiriyle, hem de şiir üzerine yazdıklarıyla dikkati çeken nadir genç şairlerden. Dergilerde şiirlerini okuyoruz. Özellikle 80’li yıllar şairleriyle girdiği, şiirin şairden daha önemli olduğu savıyla yola çıkan, Rimbaud ve İsmet Özel çizgisini, tavrını savunan yazılarıyla bir çok tartışmaya da odak oldu. Ayhan Kurt, dize işçiliğine önem veren, imgenin hakkını vererek, kendi imge dünyasını kurarak yazmaya çalışan bir şair. Bu özellikleriyle de seksenli yıllarda yazılan şiirle bağları var, yani zor yolu seçenlerden. Kolayca yazılamayacak, bu nedenle kolayca eskitilemeyecek şiirler yazıyor. 
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Didem Madak, duyguların ve ona bağlı olarak yaşanmışlığın ağır bastığı şiirlerle tanıdığımız bir şair. Kendini şiirine yerleştirmeyi başaran ya da okuyucuya o hissi veren cesur şairlerden. Her şeyin açıkca konuşulmasından yana bir tavrı var. Ne söylediği önemli onun için, nasıl söylediğine ise pek fazla önem vermiyor gibi. Sanki duyguları yazdırıyor ona şiirleri. İşçilik, teknik daha geride kalıyor. Tek tek dizelerle, imgelerle değil de şiirin bütünüyle sizi kavrıyor. Tabii bu sadece ilk bakışta algılanan bir durum, tek bir şiirinde kalmayıp onu okumaya devam ederseniz imge evrenini, sözcüklerinin biraraya gelişinin rastlantısal olmadığını, o geride kaldığını söylediğim işçiliğinin, tekniğinin belirginleştiğini, yerine oturduğunu görüyorsunuz. 
Geceleri
Yalnız ve budala ay
Bana benziyordu
Bir tuhaflık vardı gülüşümde
Büyüyordum
Aşkı düşünüyordum arasıra
Efendisini gövdenin.
Hangi gece uykusuz kalsam
Toprak kokuyordum
Bejan Matur, ilk kitabı Rüzgâr Dolu Konaklar’la (Avesta yay) iyi bir başlangıç yaptı. Her genç şaire nasip olmayan biçimde ilgi topladı, ödüller aldı. Bejan Matur bir “di’li geçmiş” şairi. Masallar, öyküler anlatan annelerin, ninelerin sesi var onda. O tonda ve o söyleyişle yazıyor şiirlerini. Uzun şiiri soluğunu düşürmeden yazmayı başarıyor. Ama sık sık anlatılan öne çıkıyor, şiir, dizeler onun için gözardı ediliyormuş gibi bir hava doğuyor. Dengeyi bulduğunda çok daha sıkı şiirler yazacağı kuşkusuz. Bejan Matur’un önemli bir katıksı daha var günümüz şiirine, narativ şiir yazma ve onun tek şiir türü olduğu savındaki bazı arkadaşlara önemli bir ders veriyor. Şiirden kopmadan öyküyü yakalamanın mümkün olduğunu gösteriyor. Zaten şiir de narasyon da bu değil midir?    
Eğildim  içime şüpheli göründü bana adım
Baktım birileri izlerimi bir bir siliyordu
Sargılı bir unutuş olarak düşündüm aşkı
Önüme vuran gölgeyi seçtim ve düştür dedim
İmgeci, dizeci şairlerden biri de Ömer Erdem. İlk kitabı Dünyaya Sarkıtılan İpler’le (Kitabevi yay.) tanıdık onu, geçen yıl da ikinci kitabı Mesafesi Kadar İnleyen Rüzgâr’ı (Kitabevi yay.) yayınladı. Ömer Erdem, kültürel donanıma, bilgiye, şiirin yapısına önem veren bir şair. Duyguyla bilgiyi dengelemeye çalışıyor. Şiirin imgelerle, dizelerle oluştuğunun ama bütünlüğü olması gerektiğinin bilincinde. Tek tek dizelerini de sevebiliyorsunuz, bütün olarak şiirlerini de...
Anlama beni dedim, beni asla anlama
Çünkü bu kertenkele taşımı oynatıyor
Atıyor iplerini kalbi zapteden yama,
Kama derin bir suda bir şeyi kanatıyor...
Süleyman Çobanoğlu zoru deneyerek işe girişenlerden. Tamamını hece vezniyle yazdığı şiirlerden oluşan ilk kitabı Şiirler Çağla (Oğlak yay.), oldukça ilgi toplamış, tartışmalar yaratmıştı. “Heceyle yazmak” modası geçmiş olsa da ustalık ve teknik açısından kolay üstesinden gelinemeyecek bir şey. Ama şairi ne denli kısıtladığı, ölçüyle nasıl engellediği de malüm. Çobanoğlu zoru başarmaya çalıştıktan sonra nereye doğru akıtıcak şiirini? Merak etmemek elde değil. Onun için en büyük tehlike o yapının içine kendi kendini hapsetmesi...
Sayıları iki elin parmaklarını geçmiyor dedim ama, bu kadar da az değil. İdris Özyol, Tuna Kiremitçi, Derya Çolpan, Cenk Koyuncu, Serkan Işın, Çağatay Aydın otuz yaşın altında, biyolojik olarak da, maddi olarak da şiirin genç yanını oluşturan, önünü açan şairler olarak aklımızda yer etmiş... 
Şiirin iki binli yıllardaki akışını onlar ve onlar gibi şairler belirleyecek... (Eylül 2000)

Yorumlar