EDİP SÖNMEZ'İN DÖNÜŞÜ


"
Bir Cinayet'in Ekonomisi"ni çok meraklı bir kaç okuyucu dışında pek bilen yoktur sanıyorum. Talihsiz bir yayınevinin (Çizgi Yayıncılık), belki de en talihsiz kitabıydı. 1984'de iki şair arkadaşım Tuğrul Tanyol  ve Mehmet Müfit'le çıktığımız yolu 4 sayılık Poetika şiir dergisi ve toplam 18 kitapla tamamlamak üzereydik. Son iki merhaleden birincisiydi bu kitap. Son noktada Mahir Öztaş'ın Sait Faik ödülü kazanan kitabı Ay Gözetleme Komitesi vardı.
İbrahim Yıldırım'ı Cumhuriyet Kitap Eki'ndeki yazılarından tanımıştım. Kitap eki o zamanlar Cumhuriyet Kitap Kulübü'nün yayını olarak çıkıyordu sanıyorum. İbrahim Yıldırım, belki de o dönem ilk kez yapılan bir işi yapıyor, eski kitapları tekrar hatırlatan tatlı denemeler yazıyordu. 
Şahsen tanışmamız ise, öykü yazarı arkadaşım Cengiz Öndersever aracılığıyla oldu. Cengiz, o zamanlar reklam yazarlığı hayatına ilk adımlarını atıyordu. İbrahim Yıldırım'da onunla aynı ajansta çalışıyordu. 
İbrahim Yıldırım'ın öykülerini kitaplaştırma düşüncesi de o günlerde doğdu. Öyküden iyi anladığımı hiçbir zaman iddia edemem ama çok okumamın verdiği melekelerle olsa gerek, dosyayı okuduğumda iyi bir yazarla karşı karşıya olduğumun farkına varmıştım.
Bir şeyin daha farkındaydım; dosya belki de dünyanın en ince öykü kitaplarından biriydi. Sadece üç öykü vardı. Dizgiden sonra da ortaya 80 sayfalık bir kitapçık çıkmıştı. Bu 80 sayfanın yarısını da tek bir öykü oluşturuyordu; "Edip Sönmez'in Dönüşü". 
Dosyayı okuduktan sonra belki de bir öykücüyü en çok kızdıracak cümleyi kurmuş, "Edip Sönmez'in Dönüşü öyküsünün üzerinde biraz çalışılsa kolayca roman olur" demiştim. İbrahim Yıldırım bana kızmak yerine hak vermiş, ama diğer yandan da bu konunun öykü olarak çıktığını, gelecekte roman da yazmayı tasarladığını söylemişti. 
O zamanlar İbrahim'in bu cevabı her zamanki çelebiliğiyle ve sadece beni kırmamak için söylediğini düşünmüştüm. Çünkü o iyi bir öykü yazarıydı ve aklında yeni öykü tasarılarından başka bir şey yoktu. Zaten ben de daha sonra böyle patavatsız laflar ettiğim için pişman olmuştum. 
Araya yıllar girdi. On üç yıllık bir zaman dilimi... Hayat mücadelesi İbrahim Yıldırım'ı edebiyattan daha doğrusu yazmaktan koparmış gibi görünüyordu. Yine her görüşmemizde edebiyattan, öyküden, kitaplardan konuşuyorduk ama ortada somut bir ürün yoktu. 
Ekim 2000 tarihli Kuşevi'nin Efendisi (Sel Yay.) büyük bir sürpriz oldu. Halkın belleği olmadığı için İbrahim Yıldırım, yeni bir yazar olarak edebiyat alemince şaşkınlıkla karşılandı. Roman gerçekten de "usta işi"ydi. Kuşevi'nin Efendisi beni de şaşırtmıştı, çünkü ondan bir roman beklemiyordum. Hele 341 sayfalık bir roman hiç... 
İbrahim Yıldırım, sözcükleri tek tek tartan, ince ince cümleler dokuyan öykücüler soyundan geliyordu. Çok az ve öz yayınlayan bir öykücüydü. 25 yılda, ilk öyküsünü yayınladığı 1975'ten 2000 yılına dek yayınladığı öykü sayısı o kadar azdır ki onu yazma tembeli bile zannedebilirsiniz. Ortada 80 sayfalık, üç öykülük bir kitap, Bir Cinayetin Ekonomisi varken haksız da sayılmazsınız. 
KUŞEVİ'NİN EFENDİSİ
Kuşevi'nin Efendisi'nin daha ilk satırında yazılı bir sorusu, ("Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz?") ve üç kahramanı var. İntihar etmiş bir yazar, Asaf Cemil, onun son yazısını anlamaya yorumlamaya çalışan Yusuf Bünyamin ve Asaf Cemil'in kendi adını taşıyan anlatı kahramanının yazdıkları... 
Yusuf Bünyamin'in anlatısı ilk çeperi/katmanı oluşturuyor. Araştırmayı seven, eski kitaplara, edebiyat tarihine meraklı bir yazarın Asaf Cemil'in Düş Tutanaklarım adlı yayınlanmamış eserinin izini sürmesinin ve daha sonra onu yorumlama çabalarının öyküsü anlatılıyor. 
Hayattayken pek tanınmamış, ansiklopedilerde adına rastlayamayacağınız bir yazar olan Asaf Cemil, eserleri ile olmasa da intiharı ile gazetelere haber olmuştur. Yusuf Bünyamin, hakkında çok az bilgi olan bu yazarı yayınlanmış bir kaç öykü ve denemesi ile tanımış, "olağanüstü" ilgisini çekmiştir. Yusuf Bünyamin, Asaf Cemil'in intiharının nedenini merak etmektedir. Bu gizi çözmek için Asaf Cemil'in yayınlanmamış eserine ulaşması gerektiğine inanmaktadır. 
Yusuf Bünyamin'in Asaf Cemil'in Düş Tutanaklarım adlı dosyasını ele geçirmesi ile ikinci anlatıyı da okumaya başlarız. Dosya, "Adım, Asaf Cemil... Nicedir düşler görüyor, gördüğüm düşleri düşlerimde yazıya geçiriyorum..." diye başlamaktadır. Ama sanıyorum anahtar cümle, şu alıntıdır; "Yoksa gördüğümüz ve göründüğümüz her şey bir düşün içindeki düşte midir?" Edgar A. Poe.
Asaf Cemil'in anlatısının kahramanın da adı Asaf Cemil'dir ve tıpkı anlatının yazarı gibi düşlerin peşine düşüp onları yaşamak ve sonra yazıya geçirmek amacındadır. 
Anlatının kahramanı Asaf Cemil'in hayatı bir düşten çok kabus gibidir. Kendi kendinin mahpusudur. Üç günde bir kanyak almak dışında hemen hiç evden çıkmaz. Hayatının efendisi olarak tanımladığı babası ile kurduğu düşsel-düşünsel ilişki en önemli sorunlarından birini oluşturur. "Tasarı olarak türbeye benzeyen" odası bizi "inanç" olgusu üzerine yaptığı sorgulamalara götürür. Babasıyla sorunlarını çözememesinin temelinde belki de baba'nın inançlı, dinine bağlı biri olması yatmaktadır. Babasının da Asaf Cemil gibi bir odaya kapandığını öğrenince öykümüz iyice giriftleşir.  
"Annem bize konuk olmuş uzak bir akrabaydı" derken ve annesini bir fotoğraf olarak tanımlarken onun eksikliğinin altını iyice çizer. 
Süreç içinde anlatı kahramanı Asaf Cemil'in yazdığı bir metinle karşılaşınca yaratılan sarmalın iyice geliştiğini, dallandığını hissederiz. İçiçe geçmiş metinler boğuntu havasını iyice yoğunlaştırır. Yusuf Bünyamin'in en dışta kalan anlatısı artık bir epik unsur, soluklanma vesilesi olarak algılanmaya başlar.  
Anlatı kahramanı Asaf Cemil'in bir ara hapis yattığını, yıllar süren mahpusluğunun nedeninin "sıkıyönetimlik bir şey" olduğunu öğreniriz. Devletin attığı hapisten çıkınca kendi hapishanesini yaratmıştır. Ruhsal durumunun karmaşıklığını, inanç olgusunu sorgulamasını buraya bağlayabileceğimizi düşünsek de Asaf Cemil'in mahpusluğunun sorgulaması pek yapılmaz, bir iki paragrafta kısaca söz edilir ama oraya doğru bir gönderme olmaz. Belki de bunun nedeni kendisinin de itiraf ettiği gibi "yeniden kapatılma korkusu"dur ve kendi kendine kapanmıştır. 
Göndermeler daha çok sayıların ve harflerin sırrını çözmeye çalışan bilimlerle ilgilidir sanki. O tür vurgulamalar yapılır. Metin mehter yürüyüş tarzında ve o dönemdeki söyleyişte "ıp-up" uyakları kullanarak yazılmıştır ve şu tür cümleler de dikkatimizi çeker; "Mumları 3'lü, 5'li, 7'li, 12'li yak!", "Cümleyi heceleyerek o kadar çok yineledi ki, harf sayısını kendiliğinden belledi: 42!", "Başka bir kağıda tam 42 ayrı cümle yazdı."
Romanın kahramanlarından Bedrettin Melek'in verdiği listeyi izlemekte fayda var mıdır? Tüm bu göndermelerin cevabı Kabala'da mıdır, Gizli Bilimler Ansiklopedisi'nde mi yoksa Nabakov'da ya da Sühreverdi'de mi? Profesör Bedrettin Melek "gnostik"ten söz ederek, Yusuf Bünyamin'le birlikte biz okurların da kafasını karıştırır. Yusuf Bünyamin'le birlikte biz okurların kafa karışıklığı Asaf Cemil'in "Mezopotamya'da Dilin ve Dinin Tarihsel Sürekliliği" adlı doktora tezini okuyunca iyice derinleşir, çıkılmaz olur. Bu doktora tezi Asaf Cemil'in Düş Tutanaklarım adlı yayınlanmamış eserini gizemini kısmen aydınlatırken bir yandan da o ana dek aklımıza gelmemiş yepyeni sorular ve gizler oluşturur. 
Romanın adını veren Kuşevi'nin gizeminin çözmeye doğru ilerlerken "her gün fotoğraf çektirmek", "bebek", dumansız ateş, "ahminelaşk" gibi yeni gizlerle karşılaşmamız artık okur olarak bizi şaşırtmayacaktır. Biri okurla ve okurun duygularıyla (!) oynuyordur, ama kim? Asaf Cemil mi, Yusuf Bünyamin mi, yoksa hınzır bakışlarını ensemizde hissettiğimiz İbrahim Yıldırım mı?
İbrahim Yıldırım, anlatıların sırlarını çözmeye meraklı okurlardan çok bilim adamlarına, özellikle metin çözümlemeye ve metinlerin yaptığı göndermeleri bulmaya meraklı bazı üniversite kökenli eleştirmenlere "buyrun bakalım" der gibi bir havada. Çünkü biz sıradan okur olarak kendimizi metnin akışına bırakıp edebiyatın tadını alabiliriz. Ama eleştirmenlerin işi zor. Sanıyorum Kuşevi'nin Efendisi'ni çözümleme işine girişmemelerinin temelinde de işin zorluğu yatıyor. 
Belki de bunun bilincinde olan İbrahim Yıldırım metni çözme işini Yusuf Bünyamin'e veriyor. Yusuf Bünyamin metni çözüyor mu, yoksa işleri yeni yeni kaynaklar yaratarak, göndermelerde bulunarak karıştırıyor mu, işte bu tartışmaya değer. Ama çözümleme işini sürdürdükçe Asaf Cemil'e benzediği, onun gibi yaşadığını görmek zor değil. 
Kuşevi'nin Efendisi'nin kim olduğunu öğrenmek için bile okunabilecek bir roman bu. Yazar romanını yazarken ne kadar keyif aldıysa sanırım biz de okurken o denli estetik tad alıyoruz. Sırlara, şifrelere fazla takılmadan, gerilimin ve merak unsurunun izini sürerek okumanın daha iyi olacağını düşünüyorum. Edebi tad veren bu ilk okumadan sonra eğer zamanınız varsa Kuşevi'nin Efendisi'ni, içindeki göndermeleri bulmak, şifreleri çözmek amacıyla tekrar okuyabilirsiniz. Bu anlamda tekrar tekrar kendini üretebilecek bir roman. Son bölümlerde her şey çözümlenmiş, şifreler açığa çıkmış gibi görünse de bu böyle.
Yusuf Bünyamin, anlatısını "Yazı ya da intihar... Hiç fark etmez!" diyerek bitirir.
Şimdi baştaki soruyu değiştirerek sorabilirim sanıyorum; "Bir kitabı nereye kadar okuyabiliriz?"
YARALI KALMAK
Kuşevi'nin Efendisi'nden yaklaşık dokuz ay sonra yeni bir romanla geldi İbrahim Yıldırım; Yaralı Kalmak (Sel Yay.). Kitabın giriş sayfasında "Eylülden Sonra" adlı bir üçlemenin ikinci kitabı olduğu ve üçlemenin ilk kitabının da Kuşevi'nin Efendisi olduğu belirtiliyordu. İlk kitapta bu yönde "üçleme" ya da "ilk kitap" gibi bir ibarenin yer almadığını düşünürsek kafamızda soru işareti oluşması kaçınılmaz. "Yazar, kim bilir neyi amaçlıyor?", "Bizi Kuşevi'ne geri mi göndermek istiyor?", "Yoksa, yine bir şifre mi var?" gibi sorulara takılmadan okumaya girişmek en iyisi sanıyorum.  
Romanın giriş sayfasında yazarın, İbrahim Yıldırım'ın bir notu var. Uzun boylu bıçkın bir adam yazara yakın bir arkadaşının yolladığı paketi getiriyor. Paketin içinden, defterler, üç fotoğraf, bir kartpostal, bir pazubent ve küçük bir not defteri çıkıyor. Defterler "Ruhu Kanayan Birinin Aşk, Şiddet ve Yazı Üzerine Notları" genel başlığını taşıyor. İbrahim Yıldırım, bu defterleri okuyup yeniden yazdığını belirtiyor ve bir soru soruyor, "insan, yakın bir arkadaşının öyküsünü yazarken ne kadar nesnel olabilir?"
"Yaralı Kalmak" adını taşıyan birinci bölümün girişi ise bize oldukça tanıdık gelecektir; "Başlıyorum./ Oda. Dördül kutu./ Kapattım kendimi./ Yazı bitene kadar buradayım./Kimse engel olamayacak bana: kapı çaldığında açmayacağım, telefonun fişini çektim."
Asaf Cemil'in yeni bir öyküsü ile mi karşı karşıyayız diye sormamak elde değil. 
Sonra kitabın adına da gönderme yapan, belki de anahtar bir cümle; "Ruhumdaki kirli kanama, pıhtılaşma dursun; yaralı kalmak istemiyorum artık..." 
Yazar, "yaralı kalmak" terimini de açıklar (!), "Aksaray'da söylenir. İçkiye doymamış olmak anlamındadır. Şöyle anlatayım; hani ansızın umulmadık bir şey oluverir ve siz, son kadehi içmeden masadan kalkmak zorunda kalırsınız." 
Bu satırların bir paragraf öncesindeki "yazı beni iyileştirir!" cümlesine de dikkati çekip romana başlayabiliriz sanıyorum. 
Roman kahramanımız vefat eden babasını gömmüş, "Ah E!.." diye sık sık hatırladığı sevdiğini bırakmış İstanbul'a gelmiş, Aksaray yakınlarındaki Ehli Tabiat Palas'a yerleşmiştir. Memleketini bırakıp kaçması, bir yere sığınması gerekmektedir. Sığınağı bu otel olacaktır. Arandığı için ortada görünmemeli, odasından pek sık çıkmamalıdır. Asaf Cemil gibi onun da devlet'le bir sorunu vardır. Bu anlamda karakter olarak da benzerlik içindedirler. Baskıdan, baskıcı yönetimden kaçma, kapalı bir mekana sığınma... Hapis edilmemek için kaçarken kendi kendini hapis etme... Bu gibi bir çok durumda iki kahraman benzerleşir. 
İbrahim Yıldırım, önceki romandan biraz farklı olarak anlatıya sık sık müdahale etmek gereksinimi duyar, açıklamalara girişir, başka bir kişi olduğunu ilk sayfada düşündürdüğü anlatıcı ile kendisi arasında sınırları sık sık kaldırır ya da kaldırıyormuş gibi yapar. Bizi, okurları yanıltır. Ama öykü de bir yandan gelişmektedir.
Otelci, kahramanımız Müşfik'e Tahsin adını verir ve onu bir odaya kapatır. Orada ruhu ve bedeni kanayarak, kanamasını küçük kolonya şişeleri ile durdurmaya çalışarak, çevreden gelen sesleri dinleyerek ve onları çözümlemeye çalışarak günlerini geçirir. Giyinip sokağa çıkması, Aksaray'ı keşfetmesi, Karakuş Birahanesi'yle, birahanenin sahibi Cavit'le tanışması hayatında yeni bir dönüm noktası olur.    
Bıçkınların, berduşların, ağır delikanlıların takıldığı bir yerdir Karakuş Birahanesi. Tahsin orada "alkolü, ve onun unutmayı, düş kurmayı ve cesareti artıran yönlerini yeniden" keşfeder. Bu arada belki önceki romana göndermede bulunmak için sık sık ıp'lı, ip'li kafiyeleri olan cümleler kurar. 
Karakuş Birahanesi'nin odak noktası olan Tatyos ve General'le tanışır. Onları izlemeye, ne yapıp ettiklerini anlamaya çalışır. "Sarı kafalı" olarak da andığı General, ilk bakışta sıradan bir berduş gibi görünse de zamanla farklı kişiliği ortaya çıkacak biridir. Tüm konuşulanları sakin sakin dinleyen ama ağzını açıp bir yorumda bulunmayan General, Tahsin'in sırdaşı olur. Tahsin ruhunu kanatma pahasına ona anlatır her şeyini.     
Anlatıcı (İbrahim Yıldırım ?) bu arada hem yazmakta, hem de Wagner'den Parsifal'i dinleyerek Glorya içmektedir. "Okuyucu (...) Lütfen Parsifal'i ihmal etme!.." diyerek Wagner'in bu yapıtının önemine dikkati çeker. Roman bir oyunsa, romancı da oyun kurucudur. Parsifal'in türkçesi verilmeyen bölümlerinin anlamının ne olduğunu, neler çağrıştırdığını ve Glorya'nın nasıl bir içki olduğu sorusunu belleğimizin bir köşesine kazıyıp romanı okumaya devam etmekten başka çaremiz yoktur. 
Bu arada Tahsin'in mesleğinin muhasebecilik olduğu ortaya çıkar ve "Muhasebeci Tahsin Bey!" olarak anılmaya başlar. Bu gelişme ona birahanede ayrıcalık kazandırır, zamanla borçlarına karşılık birahanenin hesaplarını izlemek gibi bir görev bile edinir.  
Hayatındaki maddi açıdan rahatlama onun çevresine bakmasını sağlar ve General'le Tatyos'u daha dikkatli izler. Süreç içinde onların nasıl yaşadıklarını, günlerini, gecelerini nasıl geçirdiklerini, nerede yaşadıklarını öğrenmeye çalışır. 
Yılbaşı gecesi bir çok şeyi için dönüm noktası olur. Üniforması ile Karakuş Birahanesi'ni basıp geceye hem korku hem de heyecan katan General'in aslında bir dilsiz olmadığını, bilinmedik bir dilde şarkılar söyleyebildiğini öğrenen Tahsin'in merakı daha da artar. General'in  kim olduğunu, kimliğini ulmak için daha çok ve yakından izler. 
Bu arada General, Tahsin ve birahanenin sahibi Cavit sayesinde bir efsane adam olur. Aksaray'da bir çok yerde artık ondan söz edilmektedir. Geceleri geç saatlerde, sokağa çıkma yasağına rağmen  General sık sık üniformasıyla görülmektedir. 
Bir süre sonra General Tahsin'le dost olur ve geceleri birlikte dolaşmaya başlarlar. Hatta General ona hitap etmeye, kırık dökük de olsa bazı sözcükler söylemeye başlar. 
Yaralı Kalmak'ta da Kuşevi'nin Efendisi'ndekine benzer aldatmacalara, oyunlara, anıştırmalara rastlarız. Anlatıcıyla anlatılan sık sık birbirine karışmakla kalmaz aynılaşır, hatta bir beden içinde iki kimlik halini alır. Anlatıya, yazarın/anlatıcının hayatı da karışır, karıştırılır. Süreç içinde Yaralı Kalmak'ın yapısının da Kuşevi'nin Efendisi'ninkine benzediğini ayırdetmeye başlarsınız. Yaralı Kalmak, daha çok anlatıya dayalı bir roman gibi görünse de, sanki klasik bir yapıdaymış gibi gelişse de sonuç itibariyle önceki roman gibi bir kurmaca'dır. İbrahim Yıldırım, romanı hem kurmakta hem de zaman zaman yaptığı çeşitli müdahalelerle yapıyı kırıp tekrar kurmanın yollarını aramaktadır. Romanla oyun içiçe girmeye başlamıştır. Okuyucu olarak izlemeye/okumaya devam ederseniz oyunun bir parçası kılınacağınızı hissedersiniz ve zaman zaman okuma sürecine ara verip dışarıdan bakmanın yararlı olacağını hissedersiniz. Zaten yazar da sizi bu yönde uyarmaktadır; "Zavallı okuyucu, seninle oyunlar oynadığımı sanma; yalnızca duygularımı ifade etmeye ve seni, biraz olsun kitabın tekdüze akışından kurtarmak, el yazısının, tasarımın, temrinin büyüleyici sürecine ortak etmek istedim..."
Aksaray'a yağan yağmurların ardından gelen sel aynı zamanda bir çok şeyin çözülmesine de neden olur. Sanki bu sel 12 Eylül'ün, askeri yönetimin çözülmesinin, noktalanmasının da bir işareti gibidir. Yazar, seli ve sonrasında yaşananları uzun uzun, keyfini çıkartarak anlatır. Bu sel olayı aynı zamanda bir süredir ortalarda görülmeyen General'in öyküsünün çözülmesinin başlangıcı da olur.
Romanın başında yazara gelen paketin içinden çıkan üç fotoğraf, bir kartpostal, bir pazubent ve küçük bir not defteri artık anlam kazanmıştır. Onları yazarla birlikte okur, inceleriz. 
İbrahim Yıldırım, önümüzdeki aylarda bu üçlemenin, "Eylül'den Sonra"nın üçüncü kitabını yayınlayacak. Üçüncü kitap kuşkusuz tek başına da okunabilecek nitelikte olacaktır. Ama, inanıyorum ki İbrahim Yıldırım gibi oyun'u göndermeler'i seven, okuyucusu ile birlikte şaşırmaktan ve şaşırtmaktan hoşlanan bir yazar ister istemez bizleri bu kitaplara dönmeye zorlayacaktır. O anlamda benim gibi okurlar belki bir geriye dönüp bakma gereksinimi duyar diye düşünüyorum.   
Günümüz Türk romanı içinde eleştirmenlerin, araştırmacıların en çok ilgisini çeken yapıtlar kuşkusuz metinlerarası gönderemeler yapan, gizli ya da açık alıntılarla yapılar kurup yapılar bozan, kurmacaya olduğu kadar oyun'a da yer veren yapıtlar. Bu tür romanlar inceleyenler için gerçek birer "puzzle" niteliği taşıyorlar. Eleştirmenler onlar hakkında yazmaya özeniyorlar. Bu noktada haklılar, çünkü böylelikle eleştirmenin yazma eylemi de yaratıcılık taşımak zorunda kalıyor. Bu tür yaratıcılğın çekici olduğu tartışılmaz. Kuşevi'nin Efendisi'de, Yaralı Kalmak'da bu tür yaratıcı okumalar için uygun romanlar diye düşünüyorum. Yaratıcı okumanın ötesinde ise gerçekten de tadı tuzu yerinde roman gibi romanlar bu yapıtlar. Önüne arkasına bakılmadan, fazla kazıp eşelemeden de okunabilirler. Bence bir romanda önemli olan sizinle okuyucu olarak bir yerden bağ kurması, sürükleyip götürmesidir, Kuşevi'nin Efendisi' ve Yaralı Kalmak'da bu nitelik var. (2002)

Yorumlar