Niçin "Bıçkın ve Orta Halli"? Kitabın adı bize neler anlatıyor, anlatmalı?
Romana bu adın konulmasının birkaç nedeni var. Birincisi her iki sıfatın da sözcük olarak içerdikleri, daha doğrusu kapsadıkları: “Bıçkın” cesur, coşkulu, muhalif bir ruh halini anlatan, atak bir sözcük... “Orta halli” ise, silik soluk kendi halinde bir yaşamı - kabullenişi işaret ediyor... Her iki sözcüğün üzerindeki örtüyü hafifçe araladığımızda karşımıza ilk çıkan bunlar... Öte yandan romanın kahramanlarından, Edip’in coşkulu, atak, muhalif, “ bıçkın” bir kişilik olduğu hemen anlaşılır... Ancak hem gündelik hayat, hem de ülkenin yaşadığı siyasal ortam, bu atak kişiliği törpüleyip “orta halli” yapmak istemektedir/ isteyecektir... “Gündelik hayat”, “siyasal ortam” ve “devlet” derken hayatımızın içinde yer alan bizleri belirleyen bütün kurumları kast ediyorum. Edip açısından, onu evcilleştirip, iyi bir memur yapmak isteyen yalnızca çalıştığı kurum olan “banka” ve onun yönetim aygıtları değil: Onun çalıştığı “bankada örgütlü olan sendika da onu ehlileştirip, herkes gibi, munis sıradan bir sendika üyesi/ temsilcisi yapmak istiyor... Bir başka ve daha genel bir açıklama da şu olabilir: yirminci yüzyıldan, yirmi birinci yüzyıla aktarılan, insanı “ adsız birey” yapma düşüncesi öyle hızlı yol alıyor ki, insanlara neyi bilmesi, neyi düşünmesi, neyi öğrenmesi, neyi okuması gerektiği dikte ediliyor, birey yok edilip edilgin hale getirilmek isteniyor.. Bizde bu durum, 12 Eylül’den sonra gelen iktidarlar tarafından uygulanmak istendi: birey olma şemsiyesi altında, hiçbir konuda düşünmeyen kişilerin oluşturacağı genel bir kitle hedeflenmişti...Edip, bilinçsiz de olsa bunların hepsine direnen, efelenen biri... Ancak yenildiğinde tabii ki “orta halli” sözcüğü daha basın çıkacak, bıçkını yedeğine alıp ötelere güdülenecekti...
Romanın alt başlığı "Cinayet, Ülke, Cinnet". Sanıyorum romanın adı kadar bu alt başlığın da anlatmak istedikleri var… Özellikle "Ülke, Cinnet" sözünün…
Roman ülkeyi, ülkenin bir dönemini bireyi ve bireyin hallerini anlatmak istiyor, bundan dolayı alt başlık olarak, destekleyici üç sözcük seçildi: Cinayet, Ülke, Cinnet! 1980 yılından sonra ülke erinç içinde boğuluyordu. Hele sivil iktidarın başa geçmesiyle bu erinç bir tuhaflaştı... Bira reklamları yasaklandı, muzır yasası devreye sokuldu, bazı yayın organları poşete kondu, Bir ara reklam ajanslarına, yayın organlarına genelgeler gönderildi, Türkçe konusunda öneriler yapıldı, örneğin “evren” sözcüğü yerine “kainat” kullanılması emredildi. Rüşvet konusunda, “ alan memnun, veren memnun” yaklaşımı benimsendi... Daha sonra “benim Memurum işini bilir” devreye sokuldu. Ardından ihracat patlaması yaşadık, başbakan ve işadamları uçaklara binip dünya ticaretine açıldılar... İhracat patladı, hayali ihracat da! Tam o sıralarda 85 ya da 86 da türban tartışmaları başladı. Biranın reklamı yapılmıyordu, ama bira tüketimi artmıştı. Bazı yayın organları poşetteydi, ama seks shoplar devreye girmek üzereydi.. Erinç içinde özgürleşiyor, cinnete doğru yol alıyorduk...Aklı başında aydınlarımız seminerlere, panellere katılıyor, haftalık dergilerin soruşturmalarında türban konusunda ilginç görüşler öne sürüyorlardı... Tarikatlar, tarikat liderleri ortaya çıkmaya başlamıştı... Bazı kişiler, bazı yayın organları gelişmeye, Alevileri kullanarak yanıt vermeye kalkışıyordu... Öyle erinç içindeydik ki boğulmuştuk: dahası 12 Eylül’ün ikram ettiği vasıfsız aydınlarla güle oynaya yol alıyorduk.... Bu süreç, can alıcı bir cinnetle/ cinayetle 2 temmuz 1993’te kıvrıldı, ayak değiştirdi... Metin Celal, çok dikkatli bir okurdur, Bıçkın Ve orta Halli’nin görünür zamanının mutlaka altını çizmiştir. 12 Eylül’den sonasını anlatan bu roman 2 Temmuz 1993’te bitiyor... Anca 12 Eylül’ün toplumu sürüklediği cinnet sürüyor; değişerek, dönüşerek sürüyor
Romanın iki önemli kahramanından Ömer'in, üstüne vazife değilken,
"Tüyler ürpertici cinayetin" izini sürmesinin nedeni ne olabilir?
Şöyle açıklayayım: Ömer, yazar olarak konumlanmış bir roman kahramanı: kendi söyleyişiyle, onun Edip’ten başka kahramanı hiç olmamış; hep Edip’i yazmış ! Böyle konumlandırınca , artık Ömer’in işine, çıktığı yolculuğa karışmamak gerekiyor...Ancak, onu tüyler ürpertici cinayetin izini sürmesi için vazifelendiren kişiye gelince o bunu tek bir sözcükle açıklar: Merak!
4.Romanın diğer kahramanı Edip, biraz da deliliğe sığınarak hep gizli ve gizemli kalmak istiyor gibi…
Afazik bir kişi Edip, çok zor konuşuyor; konuşamıyor:dilini yitirmiş. Öte yandan yeni bir yaşam biçimi, yeni birdüzen önerdiği ülkesini de yitirmiş ... Bu kadarını söyleyip, okuru bu insanın gizemiyle, gizliliğiyle, cinnetiyle, işlediği söylenen cinayetle baş başa bırakmak en doğrusu!
5. Kuşevinin Efendisi, Yaralı Kalmak ve şimdi de Bıçkın ve Orta Halli… Bu üçlemeyi oluşturan romanları birbirine bağlayan noktalardan, bağlardan söz eder misiniz?
Üç romanda da kırım- kıyım döneminden sonra tahavvül etmiş- dönüşmüş- kırılgan kişilikleri anlattım. Kuşevi’nin Efendisi’ndeki Asaf Cemil’i Yaralı Kalmak’taki Müşfik Naci Adatepe ve Bıçkın ve Orta Halli’ideki Edip ve Ömer, us, ruh ve beden arasında gel gitler, gerginlikler yaşayan kişiler Asaf Cemil profan aydınlanma sürecinden geçerken, Müşfik obsesyonlara gömülmüş takıntılı bir kişilik. Bıçkın ve Orta Halli’deki Edip ve Ömer ise, ülke de yaşanan cinneti, içselleştiren kişiler.. Bu üç romanı birbirine bağlayan en önemli unsur bir soru: “Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz?” Bu soru romanların tam merkezinde duruyor, dahası bu soruyu okura da soruyor... Bana gelince, bu sorunun eşliğinde, roman yazarak yazının merkezine yolculuğa çıkıyorum...
6. Üç roman da 80'li yıllarda, daha doğrusu tam Askeri Darbe sonrasında geçiyor. Romanların kahramanlarının kendi gerçekleri ile birlikte başka arayışlarda da olduğunu hissediyoruz… Onların kendilerini bu denli yorgun, boğulmuş, çoğunlukla da "hasta" gibi hissetmelerinin nedeni ne olabilir? Bulunduğumuz coğrafyanın, ülkenin durumunun bu hallerde ne denli etkisi var?
Üç romanda da kişiler, kendilerini, kendilerine başladıkları anı arıyorlar... Ama umarsız, sonuçsuz kalmaya mahkum bir arayış bu... Hepsi de kendini intiharla gerçekleştirebilecek ve ancak Hegelci oksama/ öldürme duygusuyla tatmin olabilecek bireyler.. Onlar hasta! Onları hasta eden ise ülke! Ernest Bloch’un giderek şu söylenebilir: çağımızdaki bütün toplumlar bir esrar perdesi tarafından kuşatılmıştır. Bu perdenin altında çok şey olur: gizli bir el kriz çıkarabilir, darbe yapabilir, insanları işsiz bırakabilir, paranın değerini düşürebilir... Duyarlı, kırılgan insanlar böyle bir perdenin sarıp sarmaladığı, üstünü örttüğü bir ülkede sağlıklı olabilirler mi? Hele perdenin altındaki gizli el, siz suçlusunuz diye onları gösteriyorsa! Ben, esrar perdesini aralamaya çalışmıyorum... Bu başkaların işi, benim yaptığım bu ülkeyi, onun ruhunu kavramaya çalışmak. Bundan sonra da bu çabayı sürdüreceğim; kok kültürüme inmeye çalışacağım, Kısacası insanın ve ülkenin kendine başladığı anın peşindeyim, kendimi, ülkemi, ötekini anlamaya gayret ediyorum.... Yazı bu olanağı sağlayan müthiş bir araç!
7. Kitabın arka kapağında "polisiye", ilanlarda "siyasi polisiye" nitelemesi var. Sizce "Bıçkın ve Orta Halli" nasıl bir roman?
Bıçkın ve Orta Halli “yeni bir roman”; polisiye, siyasi polisiye, post- modern, modern ne denirse densin, “yeni bir roman” Bu, “yeni bir roman” nitelemesini çağın gerçekliliğinin gerekliliği olarak açıklayabilirim... Öte yandan, günümüzün gerçekliğini buluşlar ve teknoloji belirliyor.... Yani “hayat”, her gün yeni bir şeyler keşfediyor... Bundan dolayı Stendhal, Flaubert, Tolstoy, hatta Joyce örnek alınarak çağın gerçekliğinin anlatılacağını sanmıyorum. Böyle bir çaba, bu yazarlara benzeme veya bir anlamda onları aşma temrini olarak kalmaya mahkumdur. Roman da hayat gibi sürekli evrim halinde olmak zorundadır. Her gün nasıl yeni bir şeyler keşfediliyorsa, romancı da yeni yazıyı, yeni biçimleri keşfetmek için çalışmalı... Ben bütün bunları yapmak/ yapabilmek için uğraştığım için kitaplarımı “yeni bir roman” olarak niteliyorum...
8. Kendinizi "siyasi" hissediyor musunuz? Bu üçlemeye "siyasi bir müdahale" diyebilir miyiz?
Tabii ki bir dünya görüşüm ve bu görüşün belirlediği; onun faktumu olan bir bakış açım var. Bu bakış açısı kimi zaman olumlama, kimi zaman da muhalefet içeriyor. Zaman içinde, bilgi edinerek, biriktirerek, kendimi sorgulayarak, tartışarak değişmiş olabilirim. Hatta, - eve ekmek götürmek, çocuklarıma iyi eğitim olanakları sağlamak için hayat mücadelesi verirken bir takım dönüşümlere uğradım: Elli üç yaşındayım, tabii ki yirmi yaşımda ve otuz yaşımda edindiğim görüşler biraz törpülendi, belki ben de evcilleştim, artık eskisi gibi efelenemiyorum... Bütün bunları içtenlikle söylüyorum. Öte yandan her zaman yurtsever oldum. Dünya küreselleşme dönemi yaşıyor, Yakında yurtseverlik bile tartışılabilir. Birilerinin ortak paranın yanına ortak dili koyduğuna tanık olduğumda bu bana pek uzak gözükmüyor. Küreselleşmenin karşıtı değilim, ama bu her zaman olduğu gibi, bu olguya da hazırlıksız yakalandığımız için hayıflanıyorum. Dahası Irak’ın işgalinden sonra ürküyorum da: Bir sabah benim olmayan bir evde uyanmaktan korkuyorum... Evim dediğim şey yurdumuz... Üçlemenin siyasi müdahale olup olmaması konusuna gelince: Bu çalışma bir teşrih girişimi olarak da düşünebilir; yani kesip biçme; algılama ve elde edilen bulgular doğrultusunda bir olguyu sunma çabası: 12 Eylül’den sonrasını karabasan gibi yaşayan insanların tanıklığı sayesinde, okura bir dönemi hatırlatma, o dönemin kültürünü, zaman içinde değişen dönüşen değerleri fark ettirme gayreti...
9.Kitabın girişinde (10.Sayfa) bir okuma yöntemi öneriyorsunuz. Bu aynı zamanda romanın yazılış/yapılış yöntemini de açıklıyor sanırım. Yazma yönteminizden biraz söz eder misiniz?
Sözü edilen okuma yöntemi önerisi; aynı zamanda bir duvar işçisi de olan “üçüncü şahıs” bir belirlemesi olarak değerlendirilmeli. Üçüncü şahıs bu çalışmayı, taşlar yerine tam otursun; tuğlaların, taşların arasına konulan özel karılmış harç sayesinde roman kavileşsin, yapısı sağlam olsun, en ufak bir sarsıntıda yerle bir olmasın diye yapmıştır. Yazma ve yapma yöntemine gelince, bu çok karmaşık bir süreç: öncelikle araştırma, bilgi edinme, gerekli malzemeyi derleyip toparlama çalışması yapılıyor, bunlar yapıda kullanılmak üzere yazılıp dosyalanıyor, ardından bu malzemenin ne kadarının kullanılacağı sorularına yanıtlar aranıyor, yapıyı ve tadı bozacak aşırı bilgiler dosyalardan ve zihinden atılıyor, ama tabii ki bunların izleri kalıyor... Ardından temrinler başlıyor, defterlere başlangıçlar yapılıyor, tıkanıldığında gidip yeni bir defter alınıyor, yeniden başlanıyor... Bıçkın ve Orta Halli’yi yazarken, onlarca okul defteri kullandım. Çoğu deftere yalnızca birkaç sayfa yazılmış; yazar tıkandığından bir çekmeceye atılmış, ardından gidip yenisi alınmış: kalem tutukluk yaptığında yeni bir sayfa açmıyorum; gidip yeni bir defter alıyorum. Daha sonra kurgu çalışmaları geliyor, ve yazı, aylar süren bu sancılı ve şiddet içeren bu dönemden sonra, klavyenin tuşlarından akıp sökün ediyor... Az önce duvar işçisi olan nitelediğim üçüncü şahısın okuma yöntemi önerdiği sayfalarda Derrida’ya bir gönderme var: yazının bulunduğu her yerde şiddet vardır: yazı dili içerir; dil yazının içindedir. Dinsel metinlerden bugüne gelen şiddet: öznesiz olanın şiddeti! Gözetleyip yazanın, - yani romancının- yazarken kendine uyguladığı şiddettin, büyük uğraşlar sonunda yazılı nesneye dönüştükten sonra, okurlar tarafından “gözetleniyorum” duygusuna kapılması: şiddetin ta kendisi! Kısacası yazma süreci, yazının içindeki şiddet; roman bittikten sonra da dönüşerek okurların, okuma yöntemleriyle sürüyor!
10. Romanda çok katmanlı bir yapı, farklı yazım biçimleriyle ayrılmış da içiçe geçmiş anlatım var. Bu tür yapıyı niçin tercih ettiniz? Size ne gibi kolaylıklar sağladı?
Bu soruyu bir öncekinin devamı olarak yanıtlamak istiyorum: Bir romanın hayalini kurmak çok güzel bir düşsel/ düşünsel eylem. Bu eylem sayesinde romanı çok kısa bir süre içinde bitiriverirsiniz. Ancak, kurduğunuz hayaller her zaman yazıya gelmez, romana uymaz, dahası kurduğunuz hayalleri her an unutabilirsiniz, tıpkı çoğu kez gördüğümüz düşlerin tamamını hatırlayamadığımız gibi... Hayaller de yer yer silinip, zihnin derinliklerinde yiter... Belki de ben yalnızca unuttuğum düşleri, zihnimin derinliklerinde yiten hayallerimi hatırlamak için yazıyorum... Ayrıca romancı bir kişi değildir, kahramanlarının hepsidir. Dolayısıyla , çoğul düşünmeli, çoğul hayaller kurmalı, çok sesli metinler oluşturmalıdır. Ben böyle düşünüyorum ve romanlarımın yapısını bu düşüncemin doğrultusunda gerçekleştiriyorum.. Böyle bir yapı kolaylık- zorluk sınırları içinde değerlendirilmeli: katmanlı yapı, içiçe geçmiş anlatım, doğrudan doğruya çok sesli düşünen yazarın tercihidir: Öte yandan, kalemin yol aldığı defter sayfaları ya da tuşlara vurarak doldurulan bilgisayar ekranları; her tür ussal, dilsel ve imgesel oyunun alanıdır, hiç kuşkusuz. Hayallerin, düşlerin, araştırmaların, bilgi biriktirmenin sonucu ortaya çıkan şey, yazılı yapay bir nesne olan kitaptır. Kitap, tabii ki, boşluklardan da oluşmuştur: Okur isterse yazarın unuttuğu hayallerin, düşlerin yerine kendininkileri koyup boşlukları doldurabilir, çok sesli koroya eşlik eder...
11. Romanınızı belirleyen önemli mekanlardan biri olan "Ketçe" Anadolu'nun neresinde? Böyle bir şehir var mı? Romanı okurken insanın aklına önce Amasya, sonra Manisa geliyor…
Sevgili Metin, Bıçkın Ve Orta Halli’de “ Ketçe” hakkında yeterli bilgi verildi. Buna ek olarak şunları söyleyebilirim: Ketçe, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “emrazı asabiye müessesi “ denilen ruh ve akıl hastanesine sahip bir Anadolu kenti... Ketçeliler bu hastaneye “Bozuk Dam” diyorlar... Bozuk Dam: tam karşılığı olmasa da Bimarhane/ Tımarhane! Sen de çok iyi bilirsin ki Amasya ve Manisa’da bimarhane vardır... Hele Amasya’daki bu topraklarda kurulan ilk akıl hastanesidir... Selçuklular döneminden başlayarak akıl hastaları burada müzikle ve suyla tedavi edilmiştir... Yalnız Amasya’da ve Manisa’da değil, Andolu’nun birçok kentinde bimarhaneler, “Bozuk Dam”lar vardır... Manisa’daki bimarhanede Merkez Efendi – ki mesir macununu bulan/ yapan kişidir - delileri saz heyetleriyle, şiirle sağaltır; bozuk kişilere dibek başlarına toplayıp baharat dövdürür, onları çalıştırp, rehabilite edermiş... Merkez Efendi’nin türbesi, Manisa’da değildir: hocası Sümbül Efendi’den birkaç kilometre ötede Zeytinburnu’ndadır... Alevi Hallaçların, Sümbül Efendi Camii’nin bahçesinde yaptıkları eylemi hatırlatıp Ketçe’nin neresi olduğunu keşfetmeyi okura bırakıyorum....
12.Ve tabii bir de Bozuk Sabit Efe var… Bu efe ile tarihi bir göndermeden söz edebilir miyiz? Ya da Ketçe ve oranın en önemli tarihi kişisi Sabit Efe, "Bıçkın ve orta Halli"nin kahramanları Ömer ve Edip'le nerede buluşuyor?
Cinnet / ülke noktasında buluştukları söylenebilir. Öte yandan “Efelik”, kökeni 17. yüzyıldaki Celali ayaklanmalarına dayanan toplumsal bir oluşum. 16 yüzyılın ortalarından başlayarak bozulan yönetim ;Osmanlı’nın merkezi otorite olarak gösterdiği zaaf Celali İsyanlarına neden olmuş, dağa çıkan eşkıya olarak nitelendirilen bu insanlar, giderek saklandıkları yerlerde yöresel bir niteliğe dönüşmüş, toplumsal çeteler haline gelmişler; zenginden alıp yoksula vermişler, düğün dernek kurup delikanlı genç kız evlendirmişler... bunlara efe denmiş ve çoğu hakkında masalsı öyküler, söylenceler oluşturulmuş... Bozuk Sabit Efe de dağa çıkan bir tür eşkıya , üstelik “bozuk”, yani deli! Dağa çıkma nedeni bireysel olsa da, yaptıkları işler toplumsallaşıyor... Bozuk Sabit Efe, Edip’e benziyor, o da törpülenip evcilleştirilmek isteniyor... Efelik ve Delilik konusunda bir atasözü şöyledir: “Delilik bir saattir, efelik bin sene”... .
13. 473 sayfalık bu romanı okurken birçok bilginin satır aralarına yerleştirildiğini hissediyoruz. Ama hep bir kuşku da var; Bu bilgiler ne kadar doğru, ne kadar uydurma diye… Bu bilgiler doğru mu? Bir roman, sanat eseri ne kadar doğru bilgi içermeli sizce?
Sevgili Metin, “uydurma bilgi” konusunda kuşkulanmanı doğru bulmuyorum. Çünkü romanın ancak bilgiyle yazılabileceğine inanan bir yazarım. Bilgi derken, “genel kültür” gibi sığ bir yaklaşımın gerisine sığındığım sanılmasın. Söylemek istediğim, edebiyat bilgisi, bir tür olarak romanın nesnel belleğini kavrama yetisi, deneyimler, birikimler, hayat bilgisi ve daha bir çok şey... Öte yandan, ne kadar doğru bilgi sunarsanız sunun inandırıcı olamıyorsanız, yapıtınız yara alır.. Ben, hayat bilgisinin yanı sıra hayal bilgimi de geliştirmeye çalışan bir romancıyım. (2003)
Yorumlar