Türkiye’de anı, biyografi gibi türler nedense çok ilgi çekmez, o türlerde çok kitap yazılmaz. Özellikle politik geçmişi olanlar, bu türlere daha da uzak dururlar. Son yıllarda sol gelenek içinden gelenler anılarını, deneyimlerini yazmaya, paylaşmaya başladılar. Bu paylaşım bir yanıyla da geçmişle hesaplaşma, yeniden değerlendirme ama en önemlisi bir dönemin tarihini yazanlar için kaynaklar yaratmak açısından önemliydi. Belki de bir mozayiğin önemli parçalarını oluşturan bu kitaplar bir yanlarıyla o dönemleri hiç bilmesek bile kahramanlarının öykülerindeki insani yanın gücü, insanın hayatını oluşturan dostluk, arkadaşlık, birlikte yaşama, yaratma, paylaşma gibi bir çok olguyu aşanmış olaylarla, anılarla iletmeleriyle de ilgi çekici eserler bunlar. Atilla Keskin’in “Otuz Yıllık Hasret”i, Ömer Ağın’ın “Alev Duvar ve TKP”si, Enver Sezgin’in “Batman Bolşoy”u siyasi anı diyebileceğimiz bu türün en son örnekleri.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bu üç anı kitabının yazarlarıyla biraraya geldik. Kitaplarını, niçin yazmak gererği duyduklarını, nasıl yazdıklarını, nasıl yazılması gerektiğini konuştuk.
“Otuz Yıllık Hasret” sizin üçüncü kitabınız, siz bu kitabı nasıl yorumluyorsunuz? Niye yazma gereği duydunuz?
Atilla Keskin-- Benim yazma maceram çocukluğumda başladı, lisedeyken notlar günlükler falan tutardım, o günlüklerin tümü üniversitede ve lisede tuttuğum günlüklerin tümü akrabalarım tarafından yakılmış. Kendin için yazmakla yayınlanmak için yazmak arasında çok derin farklılıklar var, bir kere dil bilgisi olarak farklılıklar ikincisi benim için en önemli kısmı etik bir farklılık var. Ben birinci kitabımın önsözünde de bunu çok net bir şekilde belirttim. “Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler” çok korktuğum bir konuydu, sadece ölen yoldaşlarım değil içinde ölen oğlum da vardı, ölen çok sevdiğim akrabalarımın çocukları da vardı, onlarla bir mektuplaşmaydı onlarla bir dertleşmeydi. Deniz, Hüseyin ve İnan’la olan bölümlerde çok yanlış anlaşılmasından korktum ama çok da istiyordum yazmak. Çünkü bir döneme ilişkin özellikle Denizlere ilişkin, çok fazla şey yazıldı. O efsanevi kişilikleri olan insanların insan olan bir yanları vardı, dost olan bir yanları vardı, hepimiz gibi yaşamasını şaka etmesini bilen insanlardı ütopyalarına devrime bağlılıklarının yanısıra ben bunu açıkça ortaya koymaya çalıştım birinci kitapta.
İkinci kitabım “Dosluk”da ise kendim ve kendi çevremle olan şeyleri yazdım. Bir anlamıyla otobiyografik roman da denilebilir ona. Kendimi yazıyordum. Ben “Dostlukt”a da kavrayabildiğim kadar sosyalizmdeki insan ilişkilerini incelemeye çalıştım. İster Sovyetçi olsun, ister Arnavutçu olsun, ister Maocu olsun benim esas önem verdiğim öne çıkarmak istediğim şey bu yapıların insan ilişkilerine yansımasıydı. Bütün örgütlerde birbirini çok seven insanlar zamanla birbirlerine düşman oldular. Bu temelde, insani ilişkiler temelinde 70 sonrasının bir panoraması denilebilir “Dosluk” için.
“Otuz Yıllık Hasret” ise çok özgül bir şey. 30 sene sonra geldim ben Türkiye’ye. Beni vatandaşlıktan attılar, başvurdum, tekrar geri almadılar. Ama benim de ülkem vatanım burası, çok gelmek istiyordum ve geldiğim de çok güzel duygularla doldum. Müthiş sevinç duydum. O zaman notlar tutmuştum, bunu dedim başka insanlarla da paylaşayım. Basılması diye bir şey yoktu, yayınevine gönderdim, arkadaşlar basalım dediler. Ben de sevindim basıldığı için, yani benim kitap maceram böyle. Yazmayı çok seviyorum onu da belirteyim, çünkü benim ne camim var, ne cem evim var, ne kilisem var ben oğlumu kaybettim çok acıdır, ölümün yakınından geçtim, sevgili yoldaşlarımı kaybettim, beni yaşama daha hızlı bağlayan şeylerden birisi yazmak oldu ve sürdüreceğim,
- Metin Celal- Ben aynı soruyu Ömer Ağan’a da soracağım. Sizin kitabınız “Alev Duvar ve TKP” bence bir yanıyla da geçmişle hesaplaşma bir yanıyla geleceğe yönelikte öneriler içeren bir kitap, anıyla düşünce arasında... Niye böyle bir kitap yazmaya gerek duydunuz?
- --Ömer Ağan-- Bu kitap bir TKP tarihi kitabı değil. Şüphesiz TKP ‘nin tarihi de bizim gibi insanların yaşamından oluşur, hem bireyler olarak hem de dönemler olarak...Türkiye’ de sol hareketin bir parçasının tarihidir, kitabımda da belirttiğim gibi TKP’nin tarihi anlaşılmadan bilinmeden Türkiye solunun tarihini bilmekte eksik kalır. Bu manada yaşadıklarım buna bir katkı yaratabilir anlayışıyla da yazdım. Amacım sadece geçmişteki olayları anlatmak, onların bilinmesini yazmak değildi, aynı zamanda Türkiye’deki ilerici yurtsever insanların hümanist insanların Türkiye’nin nerelerden geçerek bugünlere geldiğini, devletin hangi aşamalardan geçtiğini, demokratikleşme sürecinde insanların neler çektiğini ve nelerle karşılaştıklarını anlasınlar diye kendi somut kesitimizi anlattım. Yaşadıklarımız bilinsin diye bunları yazdım, şüphesiz bir hesaplaşmaydı bu. Ama bu hesaplaşma hiçbir zaman geçmişteki yaptığımız politik uğraştan pişmanlık duyan bir hesaplaşma değil, kendi eksiklerimizle zaaflarımla hesaplaşmaydı. Ben şuna inanıyorum; bireyler eğer kendileriyle hesaplaşmazlarsa bu mana da eğer kendini açık yüreklilikle ortaya koyamazlarsa gerçekleri yakalamaları çok zordur. İkincisi eğer başka insanlarında böyle bir yöntemle geçmişe bakmalarını istiyorlarsa önce kendileri böyle bir hesaplaşma yaşamalıdırlar ve bunu değerlendirmelerini de başka insanların değerlendirmelerine bırakmalıdırlar. şimdi bunu niçin yazdığımız üzerinde daha geniş konuşabiliriz. Sovyetler Birliği yıkıldı, dünyada sosyalizm ve komünizm ideolojik ve politik, teorik olarak yeniden değerlendiriliyor tartışılıyor. Ama ne yazık ki dünyada ki birikim henüz Sovyetler Birliğinin neden yıkıldığını yani reel sosyalizmin neden yıkıldığını çok geniş biçimleriyle tartışıp kitlelerin önüne koydu diyemeyiz. Bunun nedenine baktığımız zaman acaba birikimler mi yetmiyor, diye düşündüğümüzde bu konuda ben olumlu cevap veremem. Bir çok kişi genel hatlarıyla Sovyetler Birliğinin başka bir ifadeyle reel sosyalizmin neden yıkıldığını izah edebilecek bir birikime sahiptir, ancak bugün detaylarıyla bu tartışılmıyorsa bunu engelleyen çevreler olduğuna inanıyorum. Sovyetler Birliğinde uzun seneler ki belli aralıkla gidip geldim, Moskova’da kaldım diğer sosyalist ülkelerde yaşadıklarım gördüklerim oldu, okuduklarım oldu. Bugünkü bilgi birikimimle ve buna bağlı olarak da gelecekte öngördüğüm hümanizm ve eşitlik yaklaşımlarımla da bu yazdıklarım insanlara dostlara arkadaşlara bir katkı en azından.
Metin Celal - Enver Sezgin’in kitabı “Batman Bolşoy” yeni çıktı, belki erken bir soru ama yine soracağım; öncelikle niye yazdın, yazdıktan sonra şuraları yazmasaydım ya da bunlar eksik kalmış diye bir duygu kaldı mı içinde? Kitap nereye kadar yetiyor insana?
--Enver Sezgin-- Yazmaya başlarken neleri yazıp neleri yazmayacağımı bilmiyordum açıkçası, önceleri zorlandım, en sonunda şöyle bir yöntem buldum doğum tarihimle başladım, bu işi kolaylaştırdı. Sonra çocukluğumu anlattım daha sonra da gençliğimi, TKP’ne katılmam, Moskova’ya gidip gelmem, 12 Eylül darbesi,12 Eylül darbesinde 10 yıllık kaçaklık dönemi bunlar ard arda geldi. Bunları yazarken çok duygulandım acı çektim açıkçası, çünkü o dönemler acılı dönemler bazı arkadaşlarımdan bahsediyorum ölmüşler, öldürülmüşler, babamı yitirdim o dönemde... Bazı geceler uyuyamadım açıkçası. Bir de acaba birileri haksızlık yaparmı kaygısı var, bu da insanı zor duruma sokuyor. Ama bir şey var bunları yazmak mecburiyetinde hissediyorsun kendini, bir takım insanları üzmek pahasına yazmak zorunda kalıyorsun. Tabii amacınız o insanları üzmek değildir, ama bunlar yaşanmışsa yaşanmıştır. Ben yine de çok dikkatli davranmaya çalıştım, üzmemeye kırmamaya çalıştım. Belli bir ölçüde de başarılı olduğumu düşünüyorum. Benimle Ömer Ağan’ın kitabının benzeşen yanları vardır, bağlantı noktaları vardır. Biz aynı hareketten geliyoruz, çok yakın arkadaşız, aynı bölgede parti çalışması yapmışız, Kürt kökenliyiz, dolayısıyla bazı olayları ayrı ayrı cephelerden anlattık. Bazı olayları da tamamladık, aslında bir manada bu iki kitabın toplamı o bölgedeki parti çalışmasıdır.
Metin Celal--Belkide ortaya bir tarih çıkarıyorsunuz ama bu kişisel tarih. Sonuçta bu anıların, kişisel tarihlerin birleşmesinden ortaya daha nesnel bir tarih çıkacak, daha ayrıntılı anılarla yüklü...
Atilla Keskin--Ben resmi tarihe karşı olan tarihi çok okumaya çalıştım. Sadece krallıkların cumhuriyetlerin değil, solunda bir resmi tarihi var hele bizim gördüğümüz Sovyetler Birliğinden tut Arnavutluğa Çine kadar tarihi var. Tarihi öğrenmek istiyorsak muhakkak resmi tarihin dışına çıkmak lazım. Benim bilinçli olarak karşı çıktığım şey odur, Ben inanıyorum solun gerçek tarihi böyle resmi tarihin dışına çıkarak öğrenilebilir.
Metin Celal - Yanlış anlaşılırım gibi bir düşünce oluştu mu, çünkü yaşayan insanlar hakkında yazmak daha zor derler, mesela yazmadığınız yerler oldu mu?
Enver Sezgin-- Açıkcası özellikle ilk gençlik dönemleri yazarken, henüz TKP’li olmadığım dönemlerde, bazı bölümlerde bir takım insanların isimlerini değiştirdim. Çünkü kendileri istemediler. Öyle olaylar var ki; bende onların isimlerini yazmazdım, ama bunun dışında keşke bunu yapmasaydım diye bir şey yok, henüz olmadı. Bu kitabı bitirdikten sonra Batman’a gittim ve bu kitabın tanıtımını orada yaptım, eski arkadaşlarımın hepsini çağırdım, geldiler, ortaokul arkadaşlarımdan tutun eski TKP’li arkadaşlarıma kadar, kitabı aldılar ve olumsuz eleştiriyle karşılaşmadım.
Metin Celal--Böyle kitaplar yazmak özeleştiri yapmak gibi bir şey oluyor, hesaplaşma oluyor... Öte yandan da bunların hiç yazılmamasına taraftar olan bir kesim var. Bir anlamda deşifre olmak gibi hissediyorlar... Nereye kadar yazılmalı bir anı? Geçmişle nereye kadar hesaplaşmalı?
--Atilla Keskin.. Ben hiçbir konuda sansür konulmasına taraftar değilim. Geçmiş iyi bir şekilde ortaya çıkartılacaksa bunlar yazılmalı. Sosyalizm denilen olay insanları en mutlu kılacak olaydı yine de en yakın arkadaşlar birbirlerini vurdular, birbirlerine maocu bozkurt, sosyal faşist dediler. Korkunç bir travmaya geldik. Ben Sovyetler Birliğinin tarihini incelediğimde ta Lenin döneminde de böyle şeylerin olduğunu tespit ettim. Arnavutluğa gittiğimizde dersimize iyi çalışıp gitmiştik biz biliyoruz kim kimin neyidir, bazı resimler var kalemle karalamışlar altında da ismini karalamışlar, belli politik ayrılıklar olduğu için temizlediler mi yok mu ettiler... Bunlar hoş değil, bu nedenle ben hiçbir sansüre tabi tutmadan yazmaya çalışıyorum yazdıklarımı.
Ömer Ağın--Atilla Arkadaşın söylediği gibi anılarını yazan arkadaşlar resmi tarihe kaçmadı. Orada özen gösterdik. Ne kadar başarabildik? Sonuçta insan subjektif bir varlıktır, bütün değerleri yansıyor yazdıkları yaptıkları şeylere. Ben kitabıma olumlu tepkiler aldım, 6-7 ay oldu, bu tepki genellikle edebiyat çevresinden yazarlar çevresinden oldu. Bizim insanlarımızda olumlu tepkiler verdi, diğer yandan böyle tarihe yönelik anı kitabı yazarken bir kaç arkadaş birleşip tartışıp bunları yazsaydın diyen insanlar da oldu. Ben bu yöntemi seçmedim, seçmememin nedeni, resmi tarihten biraz uzaklaşmak amacıylaydı. Şimdi şüphesiz bizim söylediklerimizin doğruluğu yaşam test edecek. Bir dönem yazmışız, bu dönem bir hareketin tarihiyse o dönemde yaşamış insanların düşüncelerini almakla tarihe katkı sağlanır.
Benim yaşadığım ve tanık olduğum şeyleri yazdım. Duyduklarımı, parti hakkında bana anlatılan şeyleri yazmadım. Olabildiğince de objektif yazmaya çalıştım sadece nesnel değil duygusal yanı da vardı. Sol harekete katılan insanlar her şeylerini ona verdi. Ben çocuğumu altı aylıkken bıraktım onu gördüğüm zaman ilkokul 4.sınıftaydı, bu duyguları yazmakla da tam ifade edemezsiniz. Politik yazılarım çok çıktı partinin yayınlarında, dergilerinde ama böyle kitap türünde anı roman türünde ilk kitabım. Eğer başarabilirsem önümüzdeki dönem TKP’nin psikolojik ve insan ilişkilerini içerin bir kitap yazmayı düşünüyorum. Bunlar bizim için çok önemli, eski kırgınlıklar böyle ortadan kalkar, bütün sol böyle buluşabilir. Ama dediğimiz gibi yöntem, düşünce tarzı ,eleştirel hesaplaşma anlamındadır, böyle yaklaşımlar gelişirse insanlar resmi tarihten de kopar ve açık yüreklilikle birbirini değerlendirir, kendisini de değerlendirir inancındayım.
Enver Sezgin----Bu tür kitapların çıkmasının başka faydaları da vardır, o dönemde yaşamış insanların o dönemi tekrar okumaları değil, günümüz gençleri için faydası vardır ,çünkü günümüz gençleri o dönemi hiç bilmiyor. Solla tanışmış ama solun pratik geçmişini bilmiyor, mesela benim kitabımı okuyan gençle tanıştım memnun olmuşlardı biz bu tarihi bilmiyoruz diyorlardı, bir de o dönemde yaşamış ama o dönemin içinde olmayan kesimler var, gerek konumları itibariyle gerekse de önyargıları itibariyle uzak durmuşlar belki de anti-pati beslemişler bu çevrelere karşı onlar içinde yeni bir şeydir aslında. Günümüz Türkiyesinde yaşamışlar ama habersizler.
--Metin Celal-- 80’i milad alırsak sen 23 sene geçmiş. Niye bu kadar uzun süre beklediniz?
-- Enver Sezgin. Ben 91’ e kadar zaten kaçaktaydım ve ne maddi koşullar ne de diğer koşullar böyle bir kitap yazmama elverişli değildi. 91 yılından sonra da maddi yaşamımı yeniden inşa dönemi vardır bende, bu tamamen benim yaşamımla ilgili bir şeydir bugüne kalması. Aslında bu tür şeylerin yazdığınızda da birileri sizi teşvik etmesi gerekir çünkü orada bir yerde takılıp kalıyorsunuz yazayım mı yazmayayım mı başarılı olur muyum olmaz mıyım şimdi benim açımdan yeni bir şeydir.
--M.Celal Yakın tarihe değinen, özellikle 75-80 arasındaki yoğun hareket olan döneme ilişkin hemen hiçbir hesaplaşma yok. Acaba biz bu işe devam edeceğiz bu kirli çamaşırları ortaya dökersek sorun yaratır diye mi düşünüyorlar?
--Enver Sezgin- Bence bunun etkisi var, sol örgütlenlemeler 90’lara kadar varlıklarını sürdürüyor, dolayısıyla bazı insanlar örgütten gelecek tepkiden ürktüğü için örgütten kopma kaygısıyla böyle birşeye girişmedi diye düşünüyorum. Türkiye’nin tam nereye gideceği belli değildi, bugünde çok net değil ama acaba yine bir askeri darbe olur mu diye bir kaygı var. Devletin politikalarından da çok emin olmadıkları için insanlar bence yazamadılar. Bir nedeni de bu bence.
Atilla Keskin---Aynı şeylere katılmakla birlikte farklı şeyler de söyleyeceğim, bir kere yazmak bir cesaret işidir, hele hele kendi yaşadıklarıyla bir şeyler yazmak daha büyük bir cesaret işidir. Biz örgütlü insanlar uzun süre çok emniyetli bir şekilde yaşadık. Düşünsel saldırı olduğunda toplu olarak karşı koyabileceğimiz örgütlerimiz vardı, bu bizi rahatlatıyordu. Yalnız kaldığın zaman bunu yazmaya çalışırsan daha da cesur olman gerekiyor. Mütevazi davranmamak gerektiğine inanıyorum, bu bir özveri işidir. Her zaman yapılabilir ama tek başına bir insanın yazarak bu cesareti göstermesi olumlu bir şeydir. Niye geç kaldık meselesinde ben geç kaldığımı düşünmüyorum, belli bir olgunlaşma gerekiyordu ruhi hesaplaşma son derece önemliydi.
Türkiye geldiğimde şöyle bir şey gördüm, insanlar ister örgütlü olarak devam etsin, ister devam etmesin ütopyalarını şöyle ya da böyle sürdürüyorlar. Ama bir kesim de var ki, eski örgütlerin eski partilerin MK’larında bile yer almışlar, bunlar için sosyalizm, örgütsel ilişkiler geyik muhabbeti rakı masalarında. Adam merakını da yitirmiş. Olayı geyik muhabbeti hikayesinden kurtarmak, “sosyalizm çöktü, her şey kötüydü, ha ha ha hi hi hi” söyleminde olanlara karşı bir mücadelenin olması gerekir diye düşünüyorum. Ben bunu yaptım. Yazdıklarıma dönüp baktıkça bir hata yapmadığımı görüyorum.
-- Ömer Ağan-- Ben şuna inanıyorum öncelikli olarak bir nesnenin tarihi olmadan o nesnenin kuramı da olmaz, tabii tersi de doğrudur. Bizim yazdıklarımızın bir nesnesi olması lazım. Benim için sonuçta bu bir bireysel yaşamdır, bu bireysel yaşamın politik anılarıdır. Bunun olgunlaşması bilinç düzeyinde olgunlaşması gerekliydi. İkincisi Türkiye’de yazılı çalışma çok sınırlı, nedeni de anti-demokratik yasalardı. Halen de devam ediyor. Ben bir dergiye vermiş olduğum bir yazıdan dolayı 20 ay ceza aldım 15 ay da fiilen yattım, 93 den 95 ‘e kadar yattım. Bugünde halen insanlar özgürce düşündüklerini yazamıyorlar, bir çok engeller var.
Şimdi bizim yazdıklarımızın bu manada da bu topluma katkısı olacaktır. Ben bu açıdan da bunları önemsiyorum bu tür şeyleri yazmamıza iten neden de reel sosyalizmin yıkılmasıdır. Bütün dünyada acaba biz yanlışı nerede yaptık diye daha eleştirel bir noktadan bakma anlayışları gelişti. Sadece Sovyetler Birliği değil bütün sosyalizm kuramına sosyalizmin pratiğine diğer düşünceler karşısındaki duruşlarına bakarak eleştirisel bakarak da fikirler oluşmaya başladı. Karınca kararınca herkes kendince ama düşünce tarzı böyle oluştu ve yazmaya iten nedenlerden bir tanesi de budur.
Biz kendimize eleştirel, hesaplaşmayla baktığımız zaman sanki bizim hareketimiz yara alır diye düşünüyoruz, bu bir nevi otosansür.. Ama reel sosyalizmin yıkılışı bu manada bazı şeyleri kırdı inancındayım, tarihimize baktığımız zaman eksiklerimiz hatalarımız insani zaaflarımız, yapılan yanlışlar, insan faktörlerinden kaynaklanan yanlışlarla reel baskılar nesnel durumlar neydi, bu tür şeyler de bizi düşündürmeye itti. Bir takım şeyleri yazma gereği duyduk. Herkes yazmaya bilir bu çok doğaldır, hatta yazılanlar üzerinde insanlar fikirde söylemeyebilir bu da çok doğaldır bu bir tercihtir. Kendi fikirlerini kendi anlayışlarını söyleyerek bu kitapları da yanlışlayabilir hatta doğrulayabilirler bu insanların kendi tercihleridir. Bizim kuşak halen yaşıyor, ve biz beraber yaşadığımız bu dönemi anlatacağız ki onlar daha yaşamdayken kendi düşüncelerini söyleyebilmeli, kendileri de yaşadıklarını yazabilmeli. Bu manada da yerinde, zamanında yazdık inancındayım.
Metin Celal-- Anılar bir anlamıyla edebi çalışmalar... Kitaplarınızı bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Keskin- Bu tür kitapların daha kalıcı kalması için belgesel olmaktan çok edebi bir yan da taşımalı. Edebi bir kaygıyla yazılırsa, biz kendimizi bu konuda geliştirebilirsek, daha olumlu olacağına inanıyorum. Şahsen ben kendimi yazar olarak kabul etmiyorum, yazmak başka bir şey yazar olmak başka bir şeydir. Örneğin Sait Faik’ten o kadar çok öğrenmişim ki, insan sevgisini, insanları çevreyi çevreden öğrenmeyi... Bu nedenle de kendime ilişkin söylüyorum, edebi olarak da diliyle, üslubuyla gelişkin şeyler yapmak için çaba harcamak gerekiyor. Geniş kitlelere hitap etmeliyiz, kitapların, anıların edebi yanıyla birlikte duygulara hitap eden bir yanı olması gerekir. Yoksa bunlar kuru belgeler olarak kalır ve istediğimiz şeye hizmet etmez diye düşünüyorum.
--Ömer Ağın -- Yazılan her şeyi geniş anlamda edebiyat kapsamı içinde değerlendirmek mümkündür, ama dar anlamda edebiyat daha çok imgelerle anlatılan kurgularla anlatılan, tasarımlar olandır. Bizim yazdığımız şeyler politik anı türünde. Bu anlamda edebi yazılar olmaktan çok deyim yerindeyse müsbet bilime sosyolojik bilime yakın şeyler olduğunu düşünüyorum. Ben imgeleri kullanmayalım anlamında söylemiyorum ama kurgu onun üzerine olduğu zaman anı yanı biraz hafif kalıyor, düşüncesindeyim. Bu manada dili ustalıkla kullanıyor olmamız için de yazar olmak lazım, yetkinlik anlamında yazar olmak lazım. Şahsen kendimi öyle bir nitelik bulmuyorum ama yetkinleşmek isterim. Genelleme açısından Atilla arkadaşa katılıyorum, uslüp, anlatım biçiminin yanında edebi değerleri de kullanarak hem dili hem imgeleri anetodları kullanarak yazılanları kuru bir anlatımdan çıkarmak gerekiyor.
Enver Sezgin- Anı yazmak hem çok kolay hem çok zordur. Zor, çünkü tanımlamak gerekiyor cesaret gerektiriyor. Bunu zaten kitap çıktıktan sonra daha iyi anlıyorsunuz, somut hissediyorsun. Kolay, çünkü yaşadığın şeylerden bahsediyorsun. Kuru kuru anlatırsan okunaklı olmaz, manası olmaz. Edebi bir tadı olması gerekir. Okuyanın keyif alması, tad alması, o dönemli bilmese bile ilgisini çekecek bir yanı olması gerekir. Sanıyorum bu da anlatımın gücünden gelir. Anlatımın gücü de edebiyat olmadan, edebi yanları, dili önemsemeden mümkün değil. (2003)
Yorumlar