Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü söylevinde, babasının bavulundan yola çıkarak edebiyata ve dünyaya bakışını açıklayan önemli bir konuşma yaptı. Bu söylev aynı zamanda usta bir yazarın genç yazarlara büyük bir içtenlikle yazarlığın sırlarını vermesiydi.
“Babamın Bavulu” başlıklı söylevde Pamuk, söze “Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi” diye başladı. İlk bakışta hoş bir Pamuk anlatısı dinliyorduk.
Babası, gizli kalmış bir yazardır. Bavulun içindeki defterlerde, notlarda onun yayınlanmamış eserleri ile birlikte belki bir yazarla ama daha da çok babasının bilmediği hayat öyküsüyle karşılaşacaktır. Babasının sırrına vakıf olmanın heyecanı içindeki Orhan Pamuk, bavulu açıp açmama, içindekileri okuyup okumama konusunda uzun süren ikilemler yaşar. Çünkü bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz bir ağırlığı vardır. Bu ağırlık Orhan Pamuk’un yazarlığının anlamını da açıklar; “Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.”
Babasının şairliği, yazarlığı sürdürememesinin sebebi de “edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemesidir,” Orhan Pamuk’a göre. “Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum” diye ekliyor. Altını çizmek gerekirse; Edebiyatı kendini ifade etmek aracı olarak görüyor ve bunun için sabır ve çile çekmek gerektiğini ifade ediyor. Kendine ait bir odada “tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne” diyor. “Masaya oturup sabırla kendi içine dönmek”ten sonra gelir insanları, doğayı, toplumu izlemek, hatta bizzat edebiyatın kendisi. Gereci, taşları, kelimeler olan ve inat edip çalışarak onlardan bir eser yaratan bir usta olarak görüyor yazarı. “Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır” cümlesiyle vermek istediği mesajı özellikle vurguluyor.
“İlham mı, emek mi?” tartışmasında emeğe önceliği veriyor. İlham gelecekse sonra gelecektir. Zaten bu denli emek verdikten sonra da gelmemesi olanaksız gibidir. “Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur” demesinin nedeni de bu olmalı. Bu emek yoğun, çileci anlayış bize ister istemez klasik romancıları, 19. yüzyılın büyük yazarlarını, Balzac’ı, Dostoyevski’yi, Zola’yı hatırlatıyor. Orhan Pamuk’un Dostoyevski ile özel bir bağı olduğunu da ona ayırdığı satırlardan anlıyoruz. Kendini biraz ona benzetiyor. İşini ciddiye almak, yazarlığı bir hobi olarak değil de “meslek” olarak görmeyi önemsiyor.
Doğal olarak sadece emek tek başına yeterli değil. Emeğe kültürü de eklemek gerekiyor. Kültür derken, edebiyat dahil tüm sanatlardan, örneğin resimden, müzikten de estetik tad almanın yanında en önemlisi yaptığınız işe sizden daha önce emek vermişlerin ürünlerini bilmekten de söz etmek gerekiyor. “Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım” diyor. Geleneğin öneminin altını özenle çiziyor. Gelenekle, milli duyguların karıştırılmamasını istediği için olsa gerek “edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir” diye eklemeyi ihmal etmiyor. Milli kalan yerli kalır, dünyaya ulaşmaz.
“Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam,” cümlesini bu noktada ayrı bir önemle okumalıyız. Orhan Pamuk kendinden yola çıkarak burada evrensel yazarın tanımlamasını yapıyor. Gerçekten de tüm büyük ve kalıcı yazarlar yerelden evrensele uzanan bir anlayıştadır.
Yerellik ister istemez “taşra”yı akla getiriyor. Çünkü her şeyin olduğu gibi edebiyatın da bir merkezi vardır ve bu merkez ne yazık ki İstanbul değildir. Orhan Pamuk daha yazarlığının başında bunu fark etmekle kalmaz, aşmanın yollarını da arar. “Taşralılık endişesi”, aynı zamanda onun yazarlığını oluşturan olgulardan biridir. Taşralı sayılmak istemez. Yazarın taşralı olması demek merkezin dışında kendi içine kapalı kalması demektir. Evrenselleşmeden, yani merkeze ulaşmadan tam anlamıyla yazar olmak olanaksızdır. Edebiyatın merkezi olarak gördüğü Batı’yla bağlantı kurmanın, onu yaşamanın yolu olarak da kitapları görür.
Sabır, çile, kültür, taşrayı aşmak… Bunlar önemli temel taşları olsa da sanıyorum, toplumun genel kurallarına aykırı olmak, rahatsız olmak ve dolayısıyla huzursuzluk da bir kişinin yazar olmasında önemli olgular. Uyumlu ya da duyarsız kişilerden şimdiye dek gerçek anlamda yazar çıkmamış. Farkında olmak için, dışarıdan bakmak gerekiyor. Kendisini toplumdan uzak tutmaya çalışmasının, bunun için odaya kapatmasının nedeni de bu olmalı. Topluma bakarken etki altında kalmak istemiyor, dışarıdan bakmayı tercih etmesinin nedeni bu.
Orhan Pamuk, yazar olmanın temel değerlerine bir de “hakikilik”i ekliyor. Eserinizin okuyucuda gerçeklik duygusu yaratmasının önemini… Bu bilgiye kolayca erişilmiyor kuşkusuz, Orhan Pamuk da kapanıp kaldığı odada yıllarca emek vermiş hakiki olmak için, yazdıklarım hakiki olmayacak diye endişelenmiş. “Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim” diyor.
“Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık” cümlesinin de altını çizmemiz gerekiyor. Bu cümle ile biraz önce söylediklerini, “Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir” cümlesini bağlarsak Orhan Pamuk’un yazarlıktan ne anladığı daha da iyi ortaya çıkıyor. Varolanı kimsenin görmediği bir biçimde görerek ve göstererek eserlerini oluşturuyor. Hayattan çok kitaplarla bağ kurmak, kitapların üzerinden hayatı tanımak tavrı ile birleştirince modernizm sonrası, açıkça söylemek gerekirse postmodern bir tavır bu. Klasik roman geleneğinden kopmadan ama onu kendi içinde yenileştirip, geliştirerek romanlar yazmak…
Yazarın nasıl yazdığı kadar nerede durduğu da önemli kuşkusuz. Orhan Pamuk, kendisi için Doğu ile Batı’nın buluştuğu noktayı seçiyor, hem doğulu, hem batılıdır o; “Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim (identify) Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum” diyor.
“Yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazar” olmaktır Orhan Pamuk’un hedefi. Bugün o hedefe ulaşmış görünüyor. Orhan Pamuk gerçek anlamda bir dünya yazarıdır. Nobel’i kazanmasaydı da bu böyleydi. Nobel ödülü onun değerinin, dünya yazarı olması niteliğinin vurgulanmasıdır. İstanbul’dan yola çıkarak anlattığı romanlarında insanoğlunun ortak sorunlarını, dertlerini, acılarını, umutlarını, umutsuzluklarını yansıtıyor. Yerelden evrensele ulaşıyor.
Orhan Pamuk’un özellikle genç yazarlara sırların verdiği bu söylev, doğu, batı, taşralılık, evrensellik gibi bir kavramı yaklaşımlarıyla hem edebi hem de siyasiydi. Siyasetten sadece günlük politikayı anlayanlar doğal olarak bu söylevde aradıklarını bulamadılar, yakındılar. Oysa onlar için de hem de güncel politikaya doğrudan göndermeler vardı. “Kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir”, “ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi,” gibi cümlelerini herhalde Orhan Pamuk’un babasının bavulundan neler çıkacağının merakı ile atladılar, görmediler.
Orhan Pamuk, söyleviyle önemli kavramları tartışmaya açtı. Bakalım, yazarlar onun bu savlarını gereğince ele alıp, değerlendirebilecek, tartışacak mı?
Yorumlar