İhsan Oktay Anar’ın Yedinci
Gün’ü (2012, İletişim yay.) içeriğine yakışır biçimde gizemli, şiirsel bir
dille tanıtılıyor; “Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da
hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen
hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki
günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere.” Yedinci Gün’ün arka kapak yazısı. “İhsan Oktay Anar, bu yeni
düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak” diye devam ediyor. Düş meselesine bir
işaret koyup kitabı okumaya başlıyalım.
Yedinci Gün, Baba,
Oğul ve Hayalet adlı üç bölümden oluşuyor. Bu bölüm adlarında Hıristiyanlığın
“Baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesine gönderme var. Yedinci Gün’ün adındaki gönderme de Kitabı Mukaddes'in on emirinden
altı gün çalışıp yedinci gün dinlenme emrine. İhsan Oktay Anar Yedinci Gün’ü “Yedi Uyurlar”a altı günde
yazdırıp altıncı günün geceyarısı uykuya çekiliyor.
Anlatmaya Sultan II. Abdülhamit’in odasında bir gece
yaşananlarla başlıyor Anar. Ulu Hakan bir sivrisinekten rahatsız olup
uyanmıştır. Padişahın raketinden kaçan sinek Süleymaniye’de cumbalı bir evin
duvarına konar. Oradan da Ayasofya’da bir kaşanenin çatısına uçar. Sinekle
birlikte Abdülhamit dönemi İstanbulu’nun sokaklarına dalarız. Zaptiyeler
padişahın düşmanlarının peşindedir. “Gelgelelim Şeyh İsmail Vani Hazretleri’nin
cesedini onlar değil, bir seyyar kahveci bulmuştu. Aksaray’da boş bir arsada.”
Öncekiler gibi “şeyhin usturayla kazınmış kafasının üst kısmının, ensesi,
şakakları ve alnının neredeyse tamamiyle kömürleştiğini” görürler. Şeyh Musa
Efendi’den önce öldürülmüş olarak bulunan yedi şeyh de aynı durumdadır.
İhsan Oktay Anar bu cinayetlerin peşine düşmüyor. Bu
coğrafyanın belki de ilk seri katilinin öyküsünü farklı bir açıdan anlatıyor.
Martı gözüyle laf arasında bir cümlede “Demir minarelere” dikkatimizi çektikten
sonra bir Paşaoğlu’nun hidayete erişinin öyküsünü anlatmaya başlıyor. Baba parası yemekten başka işi olmayan, Avrupa’nın
fenine ve ilmine meraklı Paşaoğlu’nun hidayete ermesi hem kumarhane hem mescit
olarak kullanılan bir yerde Aman Baba denilen sonradan müslüman olmuş bir Alman
mühendisle oynadığı kumarı kaybetmesi sonucunda verdiği sözü tutmasıyla olur.
Tavlada kaybeden Paşaoğlu söz verdiği gibi Allah yolunda çalışmaya başlar. İslamiyeti
yayması da fenni bir yöntemle olur.
Paşaoğlu’nun öyküsünü burada bırakan İhsan Oktay Anar, çocuk
etini sevdiğine inanılan bir Galata bankerinin yanında çalışan İhsan Sait’i
anlatmaya başlar. “Çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli ve geniş suratlı” bir
“barbar Moğol” olarak tarif edilen kırk yaşlarındaki İhsan Sait’in geçmişi
karanlıktır. Bir hokus pokus gösterisi sırasında seyircilerden altı yaşındaki
bir çocuğu dolaba kapattıktan sonra kaybetmiş ve bir daha bulmayınca hapse
atılmıştır. Hapisteyken bir gazetede gördüğü ilan üzerine banker Culyano’nun
yanında işe girer. Getir götür işlerini yaparken tefecilik, Borsa, hisse senedi
satışlarını öğrenir. İhsan Sait’in hayatı Culyano’nun garip bir biçimde ölümü
ile değişecektir. Culyano’nun servetine el koyan İhsan Sait, hayatın “fuzuli”
olduğu düşüncesi ile lüks bir otele yerleşip İstanbul’un tadını çıkartmaya
başlar. Böyle gecelerin birinde heyecan olsun diye peşine takıldığı bir şeyhin
kaçırılışına tanık olur. Şeyhi arabasına yükleyip götüren kamburu izler ve
güneş doğarken “demir minareleri” görür. Ayasofya kadar muazzam ve bir
ibadethaneden çok fabrikayı andıran bu dev ahşap yapının sahibi Paşaoğlu’dur.
İhsan Oktay Anar’ın kendine has Osmanlıca-Türkçe kırması
dili ile anlatıma ağırlık vererek, ayrıntıları tadını çıkartarak işlemesi gibi anlatının
ana ekseninden sık sık koparak yan hikayeler anlatması da önemli bir özelliği. Yedinci Gün’de de her zamanki diliyle ve
tarzıyla anlatıyor öyküyü. İhsan Sait’in demir minareleri olan yapıya ulaşması
için de 70 sayfa kadar geçmesi gerekiyor. Bu arada İhsan Oktay Anar, II.
Abdülhamit döneminde İstanbul’da yaşam hakkında ilginç ve eğlenceli ayrıntılara
dalıyor. Zaten onbinlerce okuru da İhsan Oktay Anar’dan böyle bir anlatı
bekliyor. İhsan Oktay Anar ballandırarak anlatmayı seviyor, okurlar da onun
anlattıklarını okumayı. Bu açıdan bakarsak “okur razı, yazar razı” deyip
geçebiliriz belki ama yazarın anlatmanın keyfine kapılıp yan hikayelerin
gereğinden fazla uzayıp sarkmasına neden olduğunu söylemeliyim. Üstelik “Baba”
başlıklı ilk bölüm anlatının doğrusal gelişen ve bir yere kadar fazlaca
dağılmayan yapısıyla diğer bölümlere göre çok daha kendi içinde tutarlı.
İhsan Sait’in demir minarelerle çevrili, içerisi lambalarla,
bakır kablolarla, buhar makinalarıyla kaplı bu binayı Paşaoğlu’nu öldürerek ele
geçirişi ile anlatı yeni bir evreye giriyor. Seri cinayetleri kimin ve neden
işlediği bulunmuş, bir anlamda ana öyküye bir nokta konmuştur. İhsan Sait’in bu
binayı kendi amaçları için kullanmaya karar vermesi ile aslında yeni bir öykü
başlar. İhsan Sait, Paşaoğlu’nun İslamiyeti yaymak amacıyla kurduğu radyo
istasyonunu kurcalarken tesadüfen bağlantı kurduğu bir Alman zengini ile ortaya
büyük paralar koyup satranç oynamak için kullanmaya başlar. Kendisi satranç
bilmediği için İstanbul’un en büyük
satranç üstadı Rebaz’ı koyar Alman’ın karşısına. Kendi oynuyormuş gibi yaparak
da paraları kazanır. Aslında bu da bir ara hikayedir. İhsan Oktay Anar ince bir
teyelle de olsa bunu da diğer yan hikayeler gibi ana öyküye bağlıyor.
Asıl hikaye iyilik edip polisin elinden kurtardığı ve
kendisine tıpa tıp benzeyen ve “Baba” diye seslenen Ali İhsan’la karşılaşması
ile başlar. Bir süre sonra kilitli kasasında kendi el yazısı ile yazılmış ve
mühürüyle mühürlenmiş “Oğlun Ali İhsan’ı sakın terk etme” yazan notlar bulmaya başlar. Onları Ali İhsan’ın
koyduğunu düşünür. Faili yakalamak için kurduğu düzenek ona kendi fotoğrafını
gösterecektir. Fotoğraftaki terk fark yüzündeki derin yara izidir.
Uyurgezer olduğunu düşünüp gittiği doktorun verdiği ilacı
içip derin bir uykuya dalınca ertesi sabah kasada Prenses Döjira’nın bir
fotoğrafını ve ondan gelen aşk mektubunu bulur. Prenses Dojira henüz
tanışmadıklarını, gelecekte buluşacaklarını ve İhsan Sait’i yüzündeki yara
izinden tanıyacağını yazar. Sevdiğine ancak geleceğe seyahat edecek bir makine
inşa ederek ulaşabileceğini düşünen İhsan Sait tüm varlığını yatırarak işe
girişir. 60 sayfa boyunca İhsan Sait’in sonradan bir zeplin olduğunu
anlayacağımız bu hava aracını inşa ettirmesinin öyküsünü okuruz. İhsan Oktay
Anar, zeplin inşaatını ve yurt dışından ithal edilen araçların öyküsünü
anlatırken aslında “Hürriyet’in ilan edildiği” o günlerde hemen hiçbir şeyin
değişmediğini mizahi bir dille anlatıyor.
İhsan Oktay Anar, Yedinci
Gün’ü zeplinle geleceğe yolculukta iyice netleştiği gibi zamanın göreceliği
üzerine kurmuş ve kahramanını bu anlayışla anlatıda yaşatmış. Kitap boyunca
Anar felsefi sorunlara yaklaşımlarını anlatmanın yanınıda din, din bilim
ilişkisi gibi konulardan Osmanlı’nın gündelik hayatında dinin nasıl
yaşandığına, İttihatçilerin yönetim anlayışlarına varan birçok konu hakkında
satır aralarında yorumlar yapıyor, yer yer (belki de kendini tutamayıp)
bakışını, tavrını satırlara geçiriyor. Özellikle ana öyküden yeni bir kopmayla
ikinci bölüm “Oğul”da Ali İhsan’ın askerliğini bahane edip ayrıntılı bir
biçimde Sarıkamış Felaketi’ni anlatırken Enver Paşa’nın kimliğinde İttihat
Terakki hakkındaki düşüncelerini oldukça ağır ifadelerle yazıya döküyor. Kürşat
Oğuz’un kitapla ilgili yazısında da (http://www.haberturk.com/yazarlar/kursad-oguz/771280-edebiyatin-ihsan-i-kamili)
belirttiği gibi “toplumdaki açmazlara kızgın, taassubun karşısında özgür düşünceyi,
baskının karşısında hürriyeti, erkeğin karşısında kadını savunuyor.”
Ali İhsan Doğu, cephesinde savaşıp yüzüne yara izini
aldıktan sonra donarak öldüğünde önüne gelip secde eden “Çekik gözlü, geniş
suratlı, çıkık elmacık kemikli, kibiri kırılmış Moğol”dur. Moğol’u hem İhsan
Sait hem de anlatıcı olarak kabul edebiliriz.
1934’de geçen son bölüm “Hayalet”te yeni bir kahramanla
İdris Amil Zula (Emil Zola) ile karşılaşıyoruz. İdris Amil yeteneksiz bir
yazar. İdris Amil’in kendi imzası ile yayımlanan “İtham Ediyorum” başlıklı yazı
yüzünden kapıldığı korku ve başına gelenler de Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki
ortam hakkında derin bir eleştiri olarak okunabilir. İdris Amil’in
incelenmesinden türetilen İdrisoloji’nin nasıl bir gönderme yaptığını
tarihçilere mi bıraksak bilemiyorum. Ama dizginlenemeyen mizahi anlatımıyla
Anar’ın anlatıyı iyice koyverdiğini söyleyebiliriz.
İhsan Oktay Anar kitabı “bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip
tatmin olsunlar diye onlara (muhterislere) sadaka olarak verdi” diye bitirip
eleştirinin kapılarını örtmeye çalışıyor. Kitabın arka kapağında belirtildiği
gibi Yedinci Gün’ü İhsan Oktay
Anar’ın yeni düşü olarak değil de bir roman olarak okursak kendisinin de
farkında olduğu gibi bir çok kusur, yapısal hata bulmamız mümkün. “Muhteris”
olsak da kusur aramıyoruz çünkü biz de tüm okurları gibi İhsan Oktay’ın
eserlerini oldukları gibi seviyoruz. 20.09.2012
Yorumlar