Yunus Ne Hoş Demişsin



Beşir Ayvazoğlu “Yunus Ne Hoş Demişsin”de kitabın alt başlığında da belirtildiği gibi “Cumhuriyet Sonrası Yunus Emre Yorumları”nı araştırıp, tartışmaya açıyor. Yunus Emre Türkçe şiirin kurucularından biri, belki de ilki olması nedeniyle yedi yüz elli yıldır çok sevilen, çok okunan bir şair. Gerçek bir şiir klasiği.
Yunus Emre sadece şiirinde kullandığı Türkçenin arı ve duru olması ile değil belki de daha çok şiirlerinin özünü oluşturan felsefesi ile dikkati çeker. “Allah sevgisi, aşk ve güzel ahlakı” öğütler. Özellikle de insana, doğaya, yaşama sonsuz sevgisi ve saygısı ile şiirleri hiç eskimeden yüzyıllardan bugüne ulaşır.
Yunus Emre’nin Anadolu’da beyliklerin kuruluduğu XIII. Yüzyıl ortalarından Osmanlı Beyliği’nin temellerinin atıldığı XIV. Yüzyılın ilk yıllarına dek yaşadığı tahmin ediliyor. Yaşam öyküsü hakkında pek fazla bilgi yok. Yine de şiirlerinde yer alan verilerden yola çıkarak çeşitli tahminler yapılıyor, hatta doğum ve ölüm tarihi bile saptanmaya çalışılıyor.
“Yunus Emre’nin nerede doğduğu, tahsil görüp görmediği, nereleri dolaştığı, geçimini neyle temin ettiği konularında kesin bilgi yoktur. Bunların yanında bağlı olduğu tarîkatı, mürşidi, mürşidinin kimliği kesin olarak bilinmediği gibi, aile hayatı, çoluk çocuğunun var olup oladığı konuları da bilinmemektedir.” (Yunus Emre, Dîvân-ı İlâhîyât, Hz. Dr. Mustafa Tatcı, Kapı yay. 2012).
Herkesin Yunus Emre’de kendinden bir şeyler bulabilmesinde bu bilinmezlerin önemli etkisi olduğunu anlaşılıyor. Birbirine çok zıt görüşlerdeki kişiler Yunus Emre’ye kendi bakış açılarından yaşam öyküleri uydurmuş, onun dizelerini kendilerince yorumlamışlar. Beşir Ayvazoğlu da “Yunus Ne Hoş Demişsin”i (Şubat 2014, Kapı yay.) yazma sebebi olarak bu durumu gösteriyor; “Bu nasıl şairdi ki, herkes onda kendine göre bir şeyler bulabiliyordu? Alevi’si de sahip çıkıyordu, Sünni’si de; solcusu da sahip çıkıyordu, sağcısı da; batıcısı da sahip çıkıyordu, doğucusu da...”
Ayvazoğlu her aydının çizdiği Yunus Emre portresinin farklı olmasının, hatta bu Yunus’ların birbirleriyle çatışmasının nedeni olarak şöyle düşünüyor; “Bizde olmadığını düşündüğümüz ne varsa, kim varsa, onda arayıp buluyorduk; o bizim Sokrates’imiz, Dante’miz, Petrarca’mız, Erasmus’umuz, François Villon’umuz, Blaise Pascal’ımız, Nietszche’miz hatta Freud’umuzdu.”
Yunus Emre’ye ilgi duyulmasına Fuat Köprülü’nün 1913’de Türk Yurdu dergisinde yayımladığı iki makale neden oluyor. Köprülü ismi bilinen ama önemsenmeyen Yunus Emre’nin büyük bir şair olduğuna dikkati çekmeye çalışıyor. Köprülü’nün bu makalelerine ilk ve önemli katkı Feylesof Rıza Tevfik’ten gelmiş. Feylesof, Yunus’un Yeni Eflatuncu gelenekten geldiğini, Türklükle dilinden başka bir ilgisi olmadığını yazmış. Böylelikle Yunus Emre hakkındaki binbir yorumun ilkini de yapmış. Köprülü 1919’da yayımlanan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”da temiz türkçesi, samimiyeti, gösterişsiz söyleyişinin ardına ustaca gizlediği derin düşüncesi ile Yunus Emre’nin ne kadar güçlü bir şair olduğunu vurguladıktan sonra milli unsurun onda tasavvufla kusursuz bir biçimde kaynaşarak milli bir sentez çıktığını, Yunus’un katıksız bir Türk olduğunu vurgulamış. Bu görüşler Cumhuriyetin ilanının sonrasında dil, din ve ırk birliğinde bir birliktelik yaratma arzusundaki aydınlar arasında yankı bulmuş. Yunus Emre özel günlerle, etkinliklerle anılmaya, tanıtılmaya başlanmış. Yakup Kadri gibi aydınlar yazılar yazmış, Necip Fazıl gibi önemli şairler Yunus için şiirler okumuş.  
Yunus Emre’ye dikkatlerin tamamen çekilmesinde ise Burhan Ümit’in onu tutkuyla sahiplenmeye çalışması önemli bir etken olmuş. Burhan Ümit’in hazırladığı Yunus Emre Divanı ve onun hakkındaki yorumları tartışmaları alevlendirmiş. Burhan Ümit Yunus Emre’yi öyle benimsemiş ki ondan hareketle, hepimizin sonu aynı yer diyerek “Toprak” soyadını almış.
Burhan Ümit “Türklerin Büyük Şairi” olarak nitelediği Yunus Emre’yi hücresinde sadece ölümü düşünen, dünyada kimsenin olmayacağı kadar yalnız ve kimsesiz, şiddetli bir metafizik buhran yaşayan bir delikanlı olarak hayal etmiş. Bu bunalımlı entelektüel laik bir ahlak felsefesi oluşturmuş Burhan Ümit’e göre.
Burhan Ümit’e en ciddi karşı çıkış Abdülbaki Gölpınarlı’dan gelmiş. Burhan Ümit’in bilinenin dışında kendince bir Yunus Emre yarattığını söylemiş. Yunus’tan naklettiği şiirleri yanlış yorumladığını da eklemiş.
Yunus Emre şiirlerini derleyenlerin karşılaştıkları en önemli sorun hangi şiirlerin “gerçek” Yunus Emre’ye ait olduğunu belirlemek olmuş hep. Çünkü birden fazla Yunus Emre olduğu tahmin edildiği gibi, o dönemde yaşayan birçok şairin de Yunus gibi yazdığı biliniyor. Sanırım herkesin kendi Yunus’unu yaratabilmesinde Yunus Emre’lerin çokluğu (!) da bir etken. Burhan Ümit bu Yunus’lardan kendi çizdiği portreye uyan şiirleri seçip yayımlamış.
Burhan Ümit’in sahiplenici tavrı edebiyat çevrelerinde Yunus Emre’nin düşünce yapısına dair önemli tartışmalar çıkmasına neden olmuş. 1936’da önemli bir katkı “Yunus Emre – Hayatı” ile yine Abdülbaki Gölpınarlı’dan gelmiş. Gölpınarlı’nın esas katkısı ulaşabildiği bütün yazma ve basılı eserlerden yararlanarak derleyip 1940’lı yıllarda yayımladığı üç ciltlik “Yunus Emre Divanı” olsa gerek. Beşir Ayvazoğlu, Gölpınarlı’nın Yunus Emre yorumlarının zaman içinde nasıl değiştiğini de örnekliyor. Gölpınarlı araştırdıkça ve kendi felsefi ve edebi görüşleri değiştikçe Yunus’u farklı farklı yorumluyor.
Yunus Emre’nin böylesine farklı kimliklere büründürülmesini kuşkusuz şiirinin her türlü yoruma açık, belli bir mekana, yere, tarihe bağlı olmayan nitelikte olması neden oluyor. Yunus Emre döneminin şiirini yazmamış, kalıcı bir eser yaratmış. Temalarının insanın temel sorunları hakkında olması ve yine her görüş ve inancın üstünde geliştiği temel değerleri işlemesi bu kalıcılığın nedeni olmalı.           
Yunus Emre tartışmaları Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu” ile yeni bir evreye giriyor ve şiirin dışına taşıp Yunus’un iyice tanınımasına neden oluyor. Ayvazoğlu, Saygun’un Yunus Emre yorumunun Burhan Ümit (Toprak) kaynaklı olduğunu söyleyip eleştiriyor.
Mezar yerinin tartışılıp, tespit edilmesi de Yunus’u iyice kamuya mal etmiş. Münif Fehim’in çizdiği portresi ile de Yunus iyice ete kemiğe büründürülmüş. Birçok ressam kendi Yunus’larını resmetmiş. Ama en kalıcısı Münif Fehim’inki olmuş, Yunus’un resmi olarak kabul görmüş.
Unesco’nun “Yunus Emre Sevgi Yılı” ile oratoryonun ardından önce romanlar sonra da tiyatro, bale eserleri ve filmler gelmiş. Yaşamı hakkında ancak küçük bilgi kırıntıları olan Yunus Emre’ye farklı farklı yaşam öyküleri, aileler, sevgililer uydurulmuş. Artık sadece Yunus Emre’nin felsefesi değil yaşam öyküleri de çok ve çeşitlidir.
Beşir Ayvazoğlu Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze dek uzanan Yunus Emre tartışmalarını, Yunus Emre’nin şiirini, yaşamını ele alan eserleri tek tek inceleyip, tanıtıp tartışmakla kalmıyor, bu bilgiyi güçlü bir görsel malzeme ile de destekliyor.
Ayvazoğlu, hakkında bu kadar çok konuşulup tartışılmasına rağmen hâlâ üniversitelerde Yunus Emre araştırma enstitüleri olmadığına, düzenli akademik çalışmalar yapılmadığına dikkati çekiyor. Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın çalışmalarına tek önemli katkının Yunus Emre hakkında bağımsız çalışması olmasa da Ahmet Yaşar Ocak’tan geldiğini, kendini Yunus Emre araştırmalarına hasreden tek akademisyenin de Dr. Mustafa Tatcı olduğunu belirtiyor.
Ahmet Yaşar Ocak’ın Yunus Emre’nin tekkesi ve müritleri bulunan bir Melametî-Kalenderî şeyhi olduğu, bu sufiliğin temelinin “ilahi cezbe ve aşka dayalı tasavvufi hümanizma” olduğu görüşüne katıldığını belirtiyor. Yine Ocak’ın Yunus Emre’nin popüler Türk tasavvufunun Ahmed-i Yesevi’den beri geleneksel dili olan Türkçeyi kullanma sebebinin ise “şuurlu bir milli duygu ile değil, çok tabii olarak içinde yaşadığı sosyo-kültürel ortamın gereği olarak yapıyordu” görüşüne dikkati çekiyor.
Beşir Ayvazoğlu Yunus Emre’nin adı ve eseri çevresinde yapılan ideolojik kavganın bir yana bırakılıp artık “Yunus Emre Divanı”nı daha dikkatli şekilde okuyup derinliklerine nüfuz etme vaktinin geldiğini belirterek kitabı bitiriyor.  
24.04.2014

Yorumlar