Figen Şakacı “Pala Hayriye”de (2014, İletişim yay.) 1990’lı
yılların siyasi ve ekonomik karmaşası içinde kendi ayakları üzerinde kalıp
hayatını kurmak isteyen genç bir kadının yaşadıklarını anlatıyor.
Kitaba adını veren Pala Hayriye her şeyiyle dezavantajlı bir
durumda karşımıza çıkıyor. Aile baskısından iyice bunalıp evden kaçmış. Parası ve
gelir umudu yok. Dış görünümü de umut vermiyor. Pala lakabını açıklarken
kendini “kaşı-bıyığı gür” diye tanımlıyor. Üzerinde eskiyip solmuş fitilli
kadife bir pantolon var, bir sokak çocuğuna benziyor. Üstelik üniversiteye
kazanana kadar mahallesinden pek çıkmamış olsa gerek ki Beyazıt’ın nerede
olduğunu bilmeyecek kadar da yaşam cahili. “Artık bir evim yoktu ama bir okulum
vardı. Ailemi yeni arkadaşlarımdan kuracak, atanmışlarla değil, seçilmişlerle
mutlu mesut yaşayacaktım” diye anlatmaya başlıyor.
Hayriye’nin şansı yaver gidiyor. Üniversitede henüz
tanıştığı arkadaşları ona dostluk göstermekle kalmıyor evlerini de açıyor.
Kuşkusuz bunda dönemin özgürlükçü ruhu da etkili oluyor. Üniversitede ilk
karşısına çıkan kişi olan Rüya’nın evden kaçarak ne kadar önemli şeyler
gerçekleştirdiğini anlatışını “kadının özgürleşmesi mücadelesinde ilk adımı
atmış, cinsel kimliğimin bilincine varmış, birey olmanın onuruna göre hareket
etmişim de haberim yokmuş” diye aktarıyor Hayriye.
Hayriye önce o dönem yükselmekte olan feminist görüşü
savunan öğrencilerle sonra da yine 90’ların başında tekrar silkinmeye çalışan
sol çevrelerle tanışıyor. Herkes kendi görüşüne yeni bir militan katma
çabasında. Hayriye de hayatta kalma, tüm olumsuzluklara rağmen okulunu bitirme
arzusunda.
Yeni tanıştığı Ayşe’nin evinde kalıyor. Bir yandan okula
devam ediyor, eylemlere katılıyor diğer yandan çocuk bakıp para kazanmaya
çalışıyor. Bu arada yakınındaki tek etkileyici erkek olan Türker’e de gönlünü
kaptırıp platonik aşk da yaşıyor. İstanbul’u tanıyor. Beyoğlu’na çıkmaya,
Galata Köprüsü’nün altındaki Kemancı’ya takılmaya başlıyor. Figen Şakacı’nın kendine
has tekerlememsi cümlelerinden oluşan mizahi ve ironik anlatımı ile 90’lı
yılların Türkiyesi’ni, İstanbul’daki öğrenci ve gençlerin yaşamını komün hayatı
gibi döneme özgü yaşam tarzlarını da içerecek şekilde “büyülü gerçekçi” bir
havada içeriden tanıyoruz.
Anlatı kronolojik bir doğrultuda gelişirken Hayriye’nin
gazetecilik yapmaya başlaması ile bu yapı bozuluyor. Araya giren gazeteci Metin
Göktepe’nin öldürülüşü hakkındaki metin ve onu izleyen gündüz gözüyle silahlı
kişiler tarafından kaçırılıp bir daha bulunamayan Hüseyin (Toraman ?)
hakkındaki bölümler çok etkileyici olmalarına rağmen anlatının yapısına
eklemlenmeyen “deneme”ler.
Kitabın arka kapağında “Pala Hayriye”nin “Bitirgen”le
başlayan bir büyüme öyküsünün (bildung roman), bir üçlemenin ikinci kitabı
olduğu belirtiliyor. Roman mı, uzun öykü mü ayrıca tartışılabilir. “Pala
Hayriye” kısa bir metin. 175 sayfada önemli yaşam bölümü, gençlik yılları
anlatılıyor. 66. sayfaya kadar doğrusal giden anlatım sözünü ettiğim iki deneme
ile kopuyor. İzleyen sayfalarda da anlatı yaşamdan etkileyici bölümler,
anlardan oluşan bir hal alıyor ve tek tek birer öykü olarak da
değerlendirilebilirler.
Figen Şakacı’nın masalsı bir dünyayı inandırıcı bir hale getiren içten
bir anlatımı var. Öyküsünü kısa kesmeden uzun uzun anlatmasını isterdim.
Anlatımdaki ironi ve kara mizah keskin ve zeki dille birleşince etkileyici,
merakla okunan bir anlatı ortaya çıkmış. “Pala Hayriye” okuyanlar hem
“Bitirgen”i hem de üçlemenin son kitabını merak edecektir.
Yorumlar