Oktay Akbal Türk öykücülüğünün büyük ustalarındandır. Uzun
zamandır öykülerini, romanlarını kitaplaştırmıyordu. Son öykü kitabı “Hücrede
Karmen” 1998’de, son romanı “Batık Bir Gemi” 1997’de yayımlanmış. Öykü ve
denemelerinden oluşan “Selimiye Bir Yokuştur” (2014, Cumhuriyet Kit.) bir
doksanıncı yaş hediyesi olarak geldi.
Oktay Akbal 20 Nisan 1923 doğumlu. Öykü yazmaya
ilkokuldayken başlamış. Saint Assomption’da okuyor. İlk öyküsü “Chez nous il ya
un lion” (Bizim Evde Bir Aslan Var) öğretmeninin beğenisini kazanmış. Daha
sonra çocuk dergilerinde öyküleri yayımlanmış. İlk roman denemesini ilkokul
dördüncü sınıfta izlediği bir filmden esinlenerek yazmış. 1939’da, lise
öğrencisiyken İkdam Gazetesi’nde yayımlanan “Ana Katili” adlı öyküsü ile
edebiyat dünyasına girmiş. Akbal’ı destekleyen edebiyat öğretmeni Zahir Güvemli
öyküyü resimlemiş. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün öyküleri
yayımlanmış. Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir gibi dönemin popüler
yazarlarına özeniyormuş. Edebiyat anlayışı Sait Faik’in Semaver kitabını okuyunca
değişmiş. “Sait Faik’le Sabahattin Ali’nin öykü anlayışına yakındım” diye
anlatmış Asım Bezirci’ye. “Toplumun bir kesitini, toplumdan bir atmosferi,
sokakları, insanları anlatmaya çalışıyordum” diye ekliyor (bkz. “Oktay Akbal”,
Asım Bezirci, Altın Kit. 1991).
1946’da ilk öykü kitabı “Önce Ekmekler Bozuldu” yayımlanmış.
İlk romanı “Garipler Sokağı” 1950, ilk anı kitabı “Şair Dostlarım” 1964, ilk
deneme kitabı “Konumuz Edebiyat” 1967’de yayımlanmış. Yazarlığının yanı sıra
birçok da kitap çevirmiş. İlk çeviri kitabı Memet Fuat ve Tuna Baltacıoğlu ile
çevirdikleri “Kıymetli Taşlar Fabrikası” 1947’de yayımlanmış. Gazetecilik
yaşamı da aynı yıllarda Servetifünun Dergisi’nde sekreterlik görevi ile
başlıyor. 1956’dan beri de köşe yazarlığı yapıyor. 1969’da Cumhuriyet’te yazmaya
başlamış.
İlk dönem öykülerine bakıldığında anlatımının ve işlediği
konuların Sait Faik’e, gerçekçi bakış açısının Sabahattin Ali’ye yakın olduğu
görülüyor. Bir İstanbul yazarı Oktay Akbal. İstanbul’un küçük mahallelerinde
kıt kanaat yaşayan insanları konu eder anlatılarında. Bunu yaparken de çocukluk
ve gençlik anılarından, kendi yaşadıklarından, gözlemlerinden yola çıktığını
belirtir. Hayata, olaylara sevgi ile yaklaşır. İyimser bakış açısını en kötü
olaylarda bile yitirmez. Öykülerinde belirli bir olayı konu etmez, ancak
anıştırır. Olay yoktur ama atmosfer vardır. Kahramanın ruh halini kısa ve öz
cümlelerle öyle bir çizer ki ne yaşadığını, ne hissettiğini daha ilk satırlarda
kavrarsınız. Anlatımı ile de bu anlayışı güçlenir. Sakin, duru, kısa cümlelerle
gelişen bir anlatımı vardır. Bazı cümlelerin bitmediği, eksik kaldığı duygusuna
kapılırsınız sık sık. O kısa cümlelerin birleşiminden büyük bir atmosfer oluşur.
Oktay Akbal’ı öykücü olarak diğerlerinden ayıran Sait Faik – Sabahattin Ali
çizgisinden koparıp kendine haslaştıran bu özellikleridir. Tahir Alangu
Akbal’ın ilk dönem eserlerini “pasif bir gözlemci gerçekçilik” diye tanımlamış.
Attilâ İlhan da olaydan da dramdan da çekindiğini, insanları sevdiğini ve bize
de sevdirmekle yetindiğini yazmış. Dönemin katı gerçekçi anlayışına göre
değerlendirmişler Oktay Akbal’ı. Oysa Akbal bu akıma katılmak yerine kendi
anlatımını kurmayı yeğlemiş.
Şükran Kurdakul, Akbal’ın ilk kitabından itibaren kendine
has cümle yapısı ve “lirik” anlatımı ile dikkati çektiğini yazıyor. Kendine
özgü biçimi ile denge ve uyum özelliklerinin göze çarptığını belirtiyor. Oktay
Akbal’ın Büyük Doğu Dergisi’ndeki yazılarıyla Türkiye’de varoluşçuluk akımını
tanıtan ilk yazarlardan olduğunu belirtiyor Ahmet Oktay. Ben bu bilgiyi de
gözönüne alarak Oktay Akbal’ın öykü ve romanlarının varoluşçuluk açısından
değerlendirilmemiş olmasını önemli bir eksiklik olarak görüyorum. Özellikle
50’li yıllarda yayımladığı eserlerinde Kurdakul’un altını çizdiği “tedirginlik,
sıkıntı, çıkışsızlık” duyguları ile yaşama tutunmaya çalışan kişilerin
öykülerini yazmış. Fahir Onger’in belirttiği kendi “duyum ve algı”larına
böylesine yoğun eğilmesinin nedeni de belki bu varoluşsal sorunlardır.
Necatigil’in ustaca gözlemi ile “mutluluğu çocukluk yıllarında kalmış, şimdi
bir boşluk duygusunu sürdüren” tanımlaması da bunu işaret ediyor.
Necatigil’in 1967’de yayımlanan “Yalnızlık Bana Yasak”la
ilgili eleştirisi sanırım Oktay Akbal’ın yazarlığının kısa ve öz yorumu.
“Anıların, algıların tutsağı kalabalık kişiliğinden kurtulamayan yazarın,
değişik pozlarda kendisiyle karşılaşırız hep. Geçmiş’le şimdi’yi iç içe
yorumlayan, şimdi’nin boşluk ve tedirginlikler yüzünden geçmişin mutluluklarını
da bir anlığına duyulmuş, geçilmiş şeyler diye solduran, acılandıran, içe dönük
bir psikoloji; ümitlerden başka her şeyin acıtıcı olduğu, hayallerin gerçeğe
dönüşmesinde bile hep bir şeylerin kırıldığı, bozulduğu inancı; sürekli bir sıkıntı
alternatifini belirtmeye çok uygun kısa kısa cümlelerle, düzyazı şiir gibi bir
anlatıma bürünmüştür.” (Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, 1971).
16 yıl aradan sonra Oktay Akbal’dan yeni bir öykü kitabı
okuyoruz; “Selimiye Bir Yokuştur”. Kitabın ilk öyküsü de aynı adı taşıyor.
Selimiye askeri darbelerin simge yapısıdır. Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül
1980 darbelerinde birçok aydın, yazar, akademisyen belirli bir suçlama
olmaksızın evleri basılmış, kitaplıklarında suç unsuru olarak gösterilebilecek
kitaplar aranmış ve sonra belirsiz bir süre tutulmak üzere Selimiye’ye
hapsedilmeye götürülmüştür. “Selimiye Bir Yokuştur”da Oktay Akbal 12 Eylül’de
evine gelen sivillerle birlikte Selimiye’ye gidişini anlatıyor. Daha önceki
Selimiye konukluklarını düşünüyor. Her zaman sivillerin eşliğinde hapsedilmek
üzere gelmemiş Selimiye’ye. Oradaki paşaların konuğu olduğu, izzet ikram
gördüğü ziyaretleri de var. Paşa’nın kahve ısmarlayıp, çıkarken paltosunu
tuttuğunu hatırlıyor. Selimiye’de görülen davaları, yapılan duruşmaları
izlediğini de hatırlıyor. Gözlerini bile kırpmadan idama yürüyen gençleri
düşünüyor. Onlara destek olursa belki cezaları azalır, kurtulurlar diye
ziyaretine gelen ana babaları... “Bu gençleri anlamaya çalışmak... Baba ana
bile anlamıyor. Toplum anlamıyor... Ne istediklerini, ne aradıklarını, idam
sehpasına bile gururla yürüdüklerini...” Çağrışımlar çocukluk yıllarından
polisli bir anısına kadar uzanıyor. Ve Selimiye’nin kapısında sivil polisler
Akbal’ı teslim edip ayrılıyor. Sonra ne oldu? Tutuklandı mı? Neyle suçlandı?
Anlatmıyor.
50 – 60 yıl önce yapılan yorumlara bakıp bu öyküyü nasıl
değerlendirebiliriz? Oktay Akbal’ın öykücülüğünde aradan geçen onlarca yılda
neler değişmiş, diye “Selimiye Bir Yokuştur” öyküsüne baktığımızda anlatımında,
öykülemesinde pek değişiklik yokmuş gibi görünse de artık çok daha sert bir
gerçekçi çizgide olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi iktidarların, darbecilerin
tavrını sadece kendi üzerinden değil araya giren küçük öykülerde idamlık
gençlerin, hiçbir suçlama yapılmadan günlerce hapis yatan gazetecilerin, mahkeme
salonlarında yaşanan adaletsizliklerden de söz ederek anlatıyor. Ama üslubu her
zamanki gibi dingin. Cümleleri kısa kısa, kesik kesik.
“Nar Çiçekleri” başlıklı denemesindeki “Bir serüveni baştan
sona okumak ne saçma! Aç ortasından, sonundan oku, sana neyi verirse onu al,
gerisini bırak” sözleri sanırım Akbal’ın öykücülük anlayışını da açıklıyor. O
yaşamdan küçük kesitler sunuyor. Başı sonu olmayan ama çok şey anlatan
kesitler. Okurun da o öyküye katılmasını, kendince tamamlamasını, yorumlamasını
istiyor. “Nar Çiçekleri”ni izleyen “Mahmutpaşa’da Devrimci” tam böyle bir öykü.
Eskinin en hızlı militanlarından bir arkadaşını Mahmutpaşa’da elinde bir kadın
donu satmaya çalışırken görüyor. Sonrası bölük pörçük anılar. Eski eylemci
şimdiki işportacı geçmişi silip geçmiş, oysa yazar onun sesini duyduğu andan
itibaren anılara boğuluyor. Küçük, başı sonu olmayan ama kıssadan önemli
hisseler çıkartılacak anılar...
“Selimiye Bir Yokuştur” 80 sayfalık küçük bir kitap. Kısa
öykülerden, öyküye dönmeye eğilimli denemelerden oluşuyor. Oktay Akbal ustanın
90. yaşı şerefine okurlarına getirdiği bir armağan. Hem Akbal ustanın kendine
has öykücülüğünün tüm ögelerini taşıyan hem de yaşadıklarımızı daha iyi
anlamamızı sağlayacak kadar gerçekçi öyküler...
24.07.2014
Yorumlar