9,75 Santimetrekare



Mehmet Eroğlu “9,75 Santimetrekare”de 2013 Haziran’ında Gezi Parkı Direnişi yaşanırken yüzü ve ruhu yaralı bir adamın 90’lı yılların sonunda Şırnak’ta bir dağ köyünde yaşadıklarını hatırlamaya çalışarak kendiyle hesaplaşmasını, insani değerleri sorgulamasını anlatıyor.  
Mehmet Eroğlu romanlarının yapısı üzerine bir çalışma yapılmış mıdır, bilmiyorum. Ama Eroğlu’nun eserleri hakkında yazılan yazılarda bu yapıya sık sık değinildiğini biliyorum. Mehmet Eroğlu, “yaralı adam”ları yazıyor. Bu adamlar savaştan dönmüştür. O savaşın izlerini ruhlarında ve bedenlerinde taşırlar. O izlerin silinmesi, yaranın kapanması için verilmesi gereken cevaplar, anlaşılması gereken gerçekler vardır. Ama geçmiş daima pusludur, gerçekleri öğrenmek kolay değildir. Bu “yaralı adam”lar yaşadıkları bu kısa ya da uzun süreli savaş halinde insanoğlunda olması gereken temel nitelikleri de gerçekle sınamak olanağı bulmuştur. Ölüm bir adım ya da bir an ötedeyken, ahlak, fazilet, dürüstlük, dostluk gibi kavramların doğru anlamlarını, yaşamdaki karşılıklarını bulmak daha kolaydır. Örneğin o adımı sizin yerinize arkadaşınız atarsa ölecektir. Bu anda insan olmanın temel değerlerine göre davranıp arkadaşınızı uyaracak ve ölüme siz mi gideceksiniz yoksa ölümü göze alamayıp sessiz mi kalacaksınız? Böyle ikilemlerle karşılaşır Mehmet Eroğlu’nun kahramanları ve çoğunlukla o anda ne yaptıklarını hatırlayamaz ve canlı olarak dönmeyi başardıkları savaştan sonra o an ne olduğunun sorusunun cevabını bulana dek kendilerini yiyip bitirirler. Bu hesaplaşma, gerçekte ne olduğunu sorgulama, bulma sürecinde günlük hayata ayak uyduramaz, kenarda kalır, çoğunlukla da insanlara uzak dururlar. Bu uzak durma hali özellikle genç kadınların ilgisini çeker. “Yaralı adam” ilk zamanlar bu ilgiye karşılık vermez hatta muhatabını uzaklaştırmak için kabalıklar yapar, incitici sözler eder. Bu tavır genç kadının ilgisini daha da artırır. Sonunda yaralı adam neden soğuk davrandığını anlatırsa bu genç, güzel ve çekici kadının ilgisinin azalacağı, kendisini rahat bırakacağı düşüncesiyle öyküsünü anlatmaya başlar. Biz okurlar da genç kadınla birlikte adamın yarasının neden kaynaklandığını, cevap aradığı soruyu parça parça olsa da öğrenmeye başlarız.
Sonra çözüm aşaması gelir. Savaş, bir yandan insanın en temel değerlerini “can pazarı”nda sınadığı bir mahşerdir ama aynı zamanda en derin dostlukların ya da onarılmaz düşmanlıkların da temelinin atıldığı yerdir. Çözüm aşamasında “yaralı adam”ın yanında bu savaş halinde kendisine omuz veren, arkadaşı için kendini ölüme atan ya da ölümden kurtardığı arkadaşları vardır. Derin dostlukları vardır ve birbirlerine birer can borçlu oldukları duygusuyla davranırlar sivil hayatta da.     
Tabii ki bu ana yapı ile yetinmez Mehmet Eroğlu, günceli, yakın geçmişi aynı insanlık değerleri ile sorgular, yeni dostluklarda, aşklarda sınar. Romanlar çok renklileşir, katmanlanır ve birbirinden farklılaşır.
Mehmet Eroğlu’nun romanlarında zaman doğrusal olarak tek bir ana hatta akmaz, olaylar kronolojik olarak anlatılmaz. Daha doğrusu romanın akışı anlatıcıya bağlıdır ve bu anlatıcı da romanın kahramanı “yaralı adam”dır. “Yaralı adam” da öyküsünü doğal bir sohbetteki gibi parçalı ve zaman ve mekanı karmaşık bir biçimde anlatır. Bir yandan da kahramanımızın olayları anlattığı dönemde neler yaşadığını, düşündüğünü okuruz. Bu içiçe geçmiş romanlar şeklinde de olabilir. Yapısı böyle olduğu için Mehmet Eroğlu’nun romanlarına “postmodern” diyemeyiz sanırım. Bu daha çok biçimsel bir tercih, bugünün dünle, hatta yarınla içiçe olduğu düşüncesinin yapıta yansıtılmasıdır.
Mehmet Eroğlu’nun romanlarının alameti farikası olan bir özellikten de söz edip bu yapı bahsini kapatacak ve Eroğlu’nun yeni romanı “9,75 Santimetrekare”ye (2014, İletişim yay.) geleceğim. Mehmet Eroğlu’nun kahramanları, özellikle baş kahramanları durumları, olayları, ruh hallerini özlü sözlerle, aforizmalarla açıklarlar. Bu kendi sözleri de olabilir, bir yazardan, yapıttan alıntılanmış da olabilir. Bu sözlerden bir derlemeyi “Edebi Aforizmalar” (Agora Kit.) bulmak mümkündür.
2013’ün Haziran ayında İstanbul’dayız. Cihangir’de bir apartman. Birkaç yüz metre ileride Gezi Parkı Direnişi sürüyor. Kahramanımız Ahmet (ya da kendine koyduğu yeni adıyla Tarık) olan bitenle pek ilgili değil, kapısı çalınıp komşusu Marilyn iki direnişçiyi bir süre konuk eder mi diye sormasa ilgileneceği de yok. O 90’lı yılların sonunda askerliğini yaparken yaşadıklarını hatırlamaya ve geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyor. O karanlık gecede, o on dakikada neler yaptığını hatırlayabilirse hayati önemdeki sorusuna cevap bulabilecek ve yazmakta olduğu romanı da bitirebilecek.
Romana adını veren “9,75 Santimetrekare” Ahmet’in yüzündeki çocukluktan kalan yaranın yüz ölçümü. Bu yarayı uzun bir sakalla gözden ırak kılmış. Sakalıyla daha yaşlı gözüküyor belki ama sakal yarayı kapattığı için ilk bakışta korkulup çekinilen biri olmaktan kurtuluyor. Bu yara nedeniyle çocukluk çağlarında bir öksüz ve yetim olarak kendisiyle çok alay edilmiş, dışlanmış. İnsanlarla pek ilişki kurmasa da artık öyle davranışlarla da karşılaşmak istemiyor.
Ahmet içine kapalı haline hatta insanlara itici davranmasına rağmen özellikle kadınların ilgisini çekiyor. Ona “Cyrano” muamelesi yapan ve kendisi için güzel cümleler söylemesini isteyen genç güzel bir sevgilisi var. Yaşamını evlenebileceği adamı arayarak, geceleri talipleriyle buluşarak geçiren Ayşın’la cinsellik temelinde gelişen bir ilişki kurmuşlar. Ayşın kendisinden başka hiç kimse ve olayla ilgilenmediği için Ahmet’in yarasının nedenini de sorgulamıyor. Zaten ilişkileri de Ayşın doğru talibi bulup evlenene kadar sürecek.
Mehmet Eroğlu kahramanı Ahmet’e aforizmalar söyletir, sevgilisine aforizmalı mesajlar yollatırken sık sık “Pierre Schoendoerffer”i anıyor. Schoendoerffer kült romanı “Krala Veda” (Can yay.) ile tanınmış bir yazar ve film yönetmeni. II. Dünya Savaşı’na, 1951’de Fransız ordusu ile Vietnam’a kameraman olarak gitmiş, 1954’de Dien Bien Phu Savaşı’na katılmış, esir düşmüş. 1955’de Fransa’ya dönebilmiş. Eroğlu’nun kahramanlarına örnek olabilecek bir yaşamı var. Yine romanlarının yapısı ve aforizma tutkusu ile de Mehmet Eroğlu’na esin kaynağı olmuş ki yazarımız açıkça göndermeler yapıyor Schoendoerffer’e. Belki de iyi okurdan, eleştirmenden yapıtları ile Schoendoerffer’in romanlarının karşılaştırmalı bir okumasını yapmasını bekliyor.    
Ahmet’in ruhundaki yarayı daha ilk görüşte fark edecek olan evine tanrı misafiri olarak kabul ettiği Gezi Parkı Direnişçisi Serap. Serap merakı, ilgisi ve güzelliği ile Ahmet’in gönlünü kazanmakla kalmıyor onun anlatmasını da sağlıyor. Bir yandan Ahmet’in romanını yazma sürecinde Serap’la yaşadıklarınıokuyoruz, diğer yandan Ahmet’in henüz sonunu yazamadığı romanında babası ve amcalarının terörist olduğu ihbarıyla bir gece yarısı köyleri kuşatılıp evleri basılan ve son anda ölümden kurtulan Zinar’ın yaşam öyküsünü.
Mehmet Eroğlu, Kürt sorununa, uzun süreli “düşük yoğunluklu” savaş haline ve bu halin her iki taraftan insanlar üzerinde etkilerine önceki romanlarında değinmiş ve “Fay Kırığı” üçlemesinin son cildi “Rojin”de de iyice yoğunlaşmıştı. O romanın cümlesi “Eğer savaşı unutabiliyorsa, insan her şeyi unutabilir”di. Çünkü savaşı, savaşta yaşananları bir “insan”ın kendi ile hesaplaşmadan unutması mümkün değil. O nedenle aynı zaman dilimine bir yıl arayla çıkan iki romanda değinmekte sakınca görmemiş olmalı. Tüm romanlarını okumuş biri olarak “9,75 Santimetrekare”nin “Rojin”deki etkiyi yapmadığını söylemeliyim. Ahmet o olayı Gabar’da değil de başka bir yerde, başka bir savaşta da yaşamış olabilirdi. Kurbanı da Zinar değil de başka bir çocuk olabilirdi. Yani yer ve zaman olayı özelleştirip farklılaştırmıyor.
Gezi Parkı Direnişi, bu yılın romanlarında değinilmeden geçilmeyecek bir konu halini aldı. Sanki 2013’de geçen bir roman yazılacaksa sözü edilmesi gerekli gibi görülüyor. Ben bu kadar sıcak bir konunun, hele dakika dakika anılarda görüntülerde yer alırken yazılmasının mümkün de gerekli de olmadığını düşünüyorum. “9,75 Santimetrekare”de de Marilyn’in, Serap’ın, Cengiz’in durumlarının, Cihangir’de hâlâ yaşandığı varsayılan çok renkli yaşamın Gezi Parkı Direnişi’nden söz etmeden de anlatılabileceğini düşünüyorum. Gezi Parkı Direnişi romana bir artı puan kazandırmadığı gibi olaylar hâlâ belleğinde net olarak bulunan okura “Doğru anlatabilmiş mi? Bakış açısı ne?” gibi gereksiz sorular da sorduruyor.  
18.12.2014          

Yorumlar