Ferzan Özpetek’in ikinci kitabı “Sen Benim Hayatımsın”
adındaki gibi çift anlamlı, çift boyutlu bir anlatı. Bir yandan kitabın
anlatıcısı roman boyunca sevgilisine hitap ederek onun yaşamına neler
kattığını, onunla olmanın önemini, aşkının ne kadar değerli ve derin olduğunu
anlatıyor. Diğer yandan da hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Roma’daki
yaşamını, orada kurduğu dostlukları, “ailem” dediği insanların öykülerini
kaleme alıyor.
Ferzan Özpetek’in 2014’de Türkçede yayımlanan ilk kitabı
“İstanbul Kırmızısı” (Can yay.) sinema eğitimi için İtalya'ya gidişine kadarki
İstanbul yaşantısından kaynaklanıyordu. “Sen Benim Hayatımsın” da (Kasım 2015,
çev. Şemsa Gezgin, Can yay.) 40 yıl önce İtalya’ya gidişinden başlayarak
yaşadıklarını aşk ve dostluk temalarını esas alarak anlatıyor.
Sinemacı olmak arzusu ile Türkiye’den İtalya’ya gelmiş olan
gencin Roma’da kalabalık ve eski bir semtte, asansörsüz eski bir binada
yaşamaya başlaması ile birlikte yaşamı yeni bir evreye girecektir. “Yaşamöyküm
işte burada başlıyor” diye anlatıyor. Yıl 1976. Henüz 17 yaşında Roma’ya
geldiğinde.
Ostiense Caddesi’ndeki bu beş katlı apartmanın terasında her
Pazar günü buluşup öğle yemeği yiyenler kitabın anlatıcısının, açık seçik
anlaşıldığı gibi Ferzan Özpetek’in önce dostları, sonra ailesi olacaktır.
Bunlar “değişik, harika insanlar”dır. “Bunlar, dünyanın büyük kısmı için o
zamanlar toplum dışına itilmiş nonoş, travesti ve aykırı kişilerdi. Ama benim ‘ailem’
olacaklardı” diye anlatıyor.
“Aşkın ve cinselliğin sansürsüz olduğunu ve sınırları
insanın kendisinin belirleyeceğini bilirdik” diye düşünüyor. 70’li yılların
sonları, 80’li yılların başı. İnsanlar kendi kimliklerini, cinsel tercihlerini
açıkca ifade ediyor. Bu tercihlerinin öngördüğü hayatı limitlerine kadar
yaşıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan genç sinemacı adayı da bu insanlar arasında
kendi kimliğini, tercih ettiği yaşam biçimini özgürce yaşıyor. Diğer yanda da
sinemacı olarak var olma mücadelesi var. Roma’da kalacak, hayatını kazanacak ve
orada kendi filmlerini çekecektir. Sinema dünyasına girmek, en alt basamaktan
yönetmenlik koltuğuna kadar tırmanmak kolay bir iş değil. Bunu yabancısı olduğu
bir ülkede yapmak daha zor. Ama söylediğim gibi “Sen Benim Hayatımsın”ın esas
konusu bu değil. Ferzan Özpetek esas olarak filmlerinin alameti farikası olan
ve bir terasta yemek yiyip tatlı tatlı sohbet ederken anımsadığımız o “değişik,
harika insanlar”ın öykülerini anlatıyor.
Ferzan Özpetek’in biraz da masalsı bir ortamda anlattığı
“değişik, harika insanlar”ın öykülerinin satır aralarını, masaldan gerçeğe
dönüştükleri zamanları da düşünmek gerekiyor. Ferzan Özpetek onlara pek
değinmiyor. Sadece kendi deneyiminde annesinin hoşgörülü bakışını ve dayısının
Roma ziyaretinde her şeyi önce hoş görüp İstanbul’a dönüşünde trajediye
çevirmesini esprili ve yine neşeli bir dille anlatıyor.
Dinin, devletin dayattığı cisel kimlikler yerine ya da
onlarla birlikte farklı kimlikleri ifade etmek, kabul ettirmek kolay olmadı.
Özpetek’in özgürlük yılları diye anlattığı 70’lerin cinsel kimliklerin ifade
edilmesi ve genel kabul görmesinin sağlanması açısından önemli mücadele yılları
olduğunu da biliyoruz. Ferzan Özpetek bunlara değinse de ayrıntılara girmemeyi,
filmlerindeki masalsı hava içinde kalmayı yeğlemiş. Kendi aşk yaşamını ise oldukça
dobra bir dille anlattığını da belirtmeliyim. Bu açık yüreklilik Türk
edebiyatında pek rastlanan bir şey değildir. Herhalde İtalyanca yazdığını da
dikkate alarak Ferzan Özpetek’i de İtalyan Edebiyatı içinde değerlendirmek
gerekir.
Ferzan Özpetek kitabın yapısını sevgili ile çıkılmış bir
yolculuk boyunca ona anlattıkları olarak kurmuş. Hayatının aşkını bulmuştur,
mutludur, aşkla doludur. Baştan anlatılmasa da bu yolculukta bir sır olduğunu
hissederiz. Aşkla dolududur ama canını sıkan bir şeyler de vardır. Bu
yolculuğun hedefi ve sıkıntının nedeni kitaba okuyucuyu bağlayacak ana merak
unsuru olarak sonuna kadar açıklanmaz. Ama küçük parçalar halinde bu ilişkinin
nasıl başladığı, nasıl aşk dönüştüğü, nasıl kalıcılaştığı ve kitabın adı olacak
olan “Sen Benim Hayatımsın” duygusuna nasıl varıldığı anlatılır.
Bu ana yapının içinde “değişik, harika insanlar”ı tanır,
onların esas olarak aşk ve dostlukla yoğrulmuş öykülerini okur, anlatıcının,
Ferzan Özpetek’in yaşamındaki yerlerini, nasıl ailesine dahil olduklarını
öğreniriz. Ama kitabın sonuna geldiğinizde hemen tüm öykülerin ortak bir
özelliği olduğunu fark ederiz. Öyküleri anlatılan herkes kendi kimliği ve
cinsel tercihi ile varolma savaşı veriyor, kazanıyor. Bu mücadele sırasında
aşklar yaşıyorlar. Bu öykülerin tamamı kırık aşk öyküleri. En mutlu gibi
görünenleri bile trajedi ile bitiyor. Ölümler, ölümlere ekleniyor. Anlatıcını
ve dostlarının çevresini ölümler sarıyor yavaş yavaş. Ferzan Özpetek her şeyi
filmlerinden bildiğimiz neşeli-hüzünlü dille anlatıyor. Ana öyküde de bir
trajedi, büyük bir olasılıkla ölüm yaşanacağını düşünmeden edemiyoruz.
Ferzan Özpetek’in filmlerinde olduğu gibi anlatıda da
Roma’nın önemli bir yeri var. 70’li -80’li yılları, cinsel özgürlük
zamanlarını, gençliğin o tatlı başıboşluğunu, umursamazlığını, gözüpekliğini
tatlı tatlı anlatırken Roma’yı, oradaki günlük yaşamı da ustalıkla resmediyor.
Ama kitabın başında da belirttiği gibi bu tatlı hayat uzun sürmeyecektir. Her
şey yavaş yavaş ve müdahale edilemez bir biçimde değişiyor. AIDS salgını, onun
getirdiği ölümler değişimi hızlandırıyor. Ölüm korkusu bir gecelik ilişkileri
engelliyor. Daha temkinli davranmaya başlıyorlar. Muhafazakarlaşıyorlar. Zaten
yaşlar da büyümektedir. Eskisi gibi nerede akşam orada sabah bir yaşamı
sürdürmek de mümkün değildir. Sabah kalkıp gidilecek işler vardır.
Sorumluluklar vardır. Onlar da ağır basıyor. Ve geriye özlemle anılan, öyküleri
anlatılan anılar kalıyor.
Ferzan Özpetek’in iyi bir anlatıcı olduğunu filmlerinden
biliyorduk. Bu “iyi anlatıcı”lığını yazdıklarına, kitaplarına da yansıtmayı
başarmış. Filmlerindeki tadı yakalamış. Tabii bunda filmlerinden aklımızda
kalan görüntülerin, imgelerin önemli bir payı var. Anlattığı öykülere de
öykülerin “değişik” kahramanlarına da yabancı değiliz. Örneğin Ferzan Özpetek o
eski apartmanı, binanın tepesindeki terası, terastaki masada buluşanları
anlatmaya başladığında bizim belleğimizde hemen filmlerden görüntüler
canlanmaya başlıyor. Bu da anlatı ile okurun özdeşleşmesini
kolaylaştırıyor.
Ferzan Özpetek’in akıcı, insanı saran anlatımının yanında
şiirsel bir dili de var. Filmlerindeki üslubu da anlatısına yansıtmayı
başarmış. İyi bir çevirmenin, Şemsa Gezgin’in katkısı ile bu tadı aynen
Türkçede de alıyoruz.
Aşkın cinsiyeti, yaşı, çağı, şusu busu olmaz diyor esas
olarak Ferzan Özpetek “Sen Benim Hayatımsın”da. Ama’ları düşünmeden bir
ilişkiye girebiliyorsan o aşktır. Bir başkasını kendinden daha çok
sevebiliyorsan o aşktır.
14.01.2016
Yorumlar