Kumkuma’nın Derinliklerinde

Selim İleri’nin Kumkuma’sının (1) kapağında “tanıdık” biri var. “Şair-i Âzam” Abdülhak Hâmid, her zamanki şıklığıyla bildik bir görüntüde, yine bize çok tanıdık gelen koltuğunda oturmuş. Lüsyen Hanım, son eşi, koltuğun kenarına ilişmiş, şaire arkadan sarılmış. Ama kitabın kapağının esasını o koltuğun boş hali ve uçuşan sayfalar kaplıyor.
Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid, “Ulu Şair” olarak hortlayıp 21. Yüzyıla, Maçkapalas’taki son evine dönüyor. Aradan geçen onlarca yıla rağmen evin düzeni bozulmamış. Sanki kapıyı açıp içeri girmesi bekleniyor. İçeride, hemen her öğleden sonra evin salonunu dolduran şairler, yazarlar var. Samipaşazâde Sezai, Halid Ziya başköşede. Cenab Şahabettin, İbnülemin Mahmut Kemal ve daha nice şair ve yazar.
Sezai Bey, Hâmid’in yokluğundan istifade onun koltuğuna oturmuş, Hâmid’in siniri tepesine fırlamıştır. İçinden her biri için sıfatlar geçirir, “sümsük”, “maskara”, kıytırık”... Asabiyetini belli etmemeye çalışarak selamlaşır, misafirlerinin hatırını sorar.
Sinirlenmesinin nedenlerinden biri kendisi evde yokken bunların gelmesi, eşi Lüsyen’inde hepsini kabul edip izzet ikramda bulunmasıdır. Diğer neden daha önemli ve can alıcı “bunların ünlenişi ile ulu şairliği gölgelen”miştir ona göre. Her gördüğünde bu gerçeği anımsar, sinirlenir. En yakın arkdaşlarının arkasından işler çevirdiklerini, ününü gölgelemek hatta tamamen kaybetmesini sağlamak için aleyhine çalıştıklarını düşünür. Evet, başarılı olamamışlardır ama etkili olmadıklarını da söylemek mümkün değildir.  
Kumkuma’nın konu aldığı meselelerden ilkine geliyoruz böylece; “unutulmak”. Daha ilk sayfadan başlayarak Abdülhak Hâmid’i bu konu meşgul ediyor. Osmanlı’dan cumhuryete geçilmiş, Şair-i Âzam’ken Ulu Şair olmuştur. Oturduğu son evin bulunduğu Maçkapalas’ın duvarına bir tabela asılmış "Ulu Şair burada yaşadı" yazılmıştır ama Abdülhak Hâmid unutulduğunun farkındadır. Üstelik, daha ilk sayfada belirtildiği gibi hakkında yazılmış kitaplar, makaleler, röportajlar, anı yazıları, doktora tezleri, ansiklopedi ve sözlük maddeleri olmasına, her edebiyat tarihinde mutlaka adının anılmasına, ders kitaplarına girmesine rağmen unutulmuştur.
Abdülhak Hâmid yaşarken şöhretin zirvesine yerleşmiş, uzun yıllar da bu durumunu korumuş. “Şair-i Âzam”, “Dâhî –î Âzam” gibi sıfatlarla anılmış, maddi ve manevi olarak şöhretin tüm nimetlerinden yararlanmış. Okur kadar, belki daha çok devlet de ona ilgi göstermiş, önemsemiş. Osmanlı’da diplomat, cunhuriyette miletvekili olmuş, evinin kirasını belediye ödemiş.
Yazarların, sanatçıların kendi kendilerine hep sordukları sorudur bu; yarına kalmak, unutulmamak nasıl mümkün olacak? Eserleri ile yüz yıllar boyu yaşayabilecekler mi?
Hâlâ çok tanınır, bilinir olmasına rağmen Abdülhak Hâmid yaşamının son zamanlarında unutulmak üzere olduğunu fark etmiş. Ünlüdür, hemen herkes tarafından tanınıyordur ama ne yazdığını, hangi eserleri olduğunu kimseler bilmiyor, yazdıklarını okumak ihtiyacı duymuyordur.
Aslında bir paradoks var Abdülhak Hâmid ve benzerlerinin durumunda. Çünkü o aynı zamanda “Makber şiirinin şairi”dir. Bestesi Hafız Burhan'a ait Makber şarkısı her zaman dillerdedir. Kumkuma’nın ilerleyen sayfalarında bu durum da ele alınır. Makber o kadar çok bilinip, şarkı olarak o kadar çok söylenmesine rağmen ne şiirin tamamı okunmakta, ne de şairi bilinmektedir. Daha Hâmid yaşarken şiir şairinin önüne geçmiş, Hâmid “Makber şiirinin şairi” olarak anılmaya başlamış, sonra şair unutulmuş şiir kalmış, nihayet şiir de geri plana düşmüş, şarkısı dillerde dolaşmaya devam etmiştir.
Abdülhak Hâmid ve döneminden birçok yazar için özel bir durum da var ki bu da Kumkuma’nın temel konularından. Abdülhak Hâmid’in salonunda gördüğü için sinirlendiğini fark eden şair ve yazarlar üst üste iltifatlar ederler. Cenab Şahabettin de “Kanaatimce nazımda inkılâp sizinle başlamıştır!” (s.15) der. Bu yenilik vurgusuna öfkelenen Hâmid “Eski nesil biziz!” diye içinden karşılık verir. Edebi anlamda ileriyken, öncüyken geri kalmışlardır. Edebiyatta yaptıkları yenilikleri dilde yapamayınca, aksine yeniliğin dilin sadeleşmesi değil daha da zorlaşması, anlaşılmaz hale gelmesi olduğu düşüncesine kapılınca tüm yenilik bir anda eskimiştir. Bunun en tipik örneği Abdülhak Hâmid’in eserleridir. Şimdi bize son derece eski gibi görünse de tamamen yeni, kendine has eserlerle gelmiş, eskiyle bağ kurmayı kesinlikle reddetmiş (2). “Tanzimat’tan sonraki yenileşme devri Türk edebiyatının tanınmış şair ve tiyatro yazarı”dır o (3). İnci Engünün şöyle yazmış; “Tanzimat’tan sonraki yıllarda Batı kültür ve edebiyatının tesiri altında ortaya çıkan yeni Türk edebiyatının ikinci nesline mensup olan Abdülhak Hâmid, yaklaşık dört devri idrak etmiş ve bu süre içinde Türk edebiyatında şekil ve muhteva bakımından gerçek anlamda yenilikler yapmış şahsiyetlerin başında gelmektedir.” Ve ekliyor; “divan edebiyatından uzaklaşma ve yeni bir edebiyat kurma gayreti, onun tarafından gerçekleştirilmiştir.” (...) “Yeni şiiri, zevk ve hayal dünyasıyla Batı şiirine yaklaştırmayı da başaran Hâmid’in şiirlerinde muhteva ve şekil bakımından da büyük yenilik ve zenginlikler mevcuttur.
Şaşırtıcı değil mi? “Biz Hâmid’i böyle bilmezdik!” diyeceksiniz oysa “Biz Hâmid’i hiç bilmiyoruz” dememiz gerek.
Dil engeli, alfabedeki değişim, sadeleşme hareketi, Kumkuma’nın başından beri ele alınan konulardan. Kuşkusuz cumhuriyetin ilk yıllarını yaşayan Abdülhak Hâmid’in (ölümü 1937) temel meselelerinden biri dildeki değişim olmuştur. Çünkü artık okunamaz, okunsa da anlaşılmaz olduğunu yaşarken gördü. “Mihrinnisa, Mührinnisa, Mihrinisa: Yeni harflerle nasıl yazılacak?” böyle soruyor Kumkuma’da, “Benden apaçık mısralar çalmıştır” diye öfkesinden payını alan kız kardeşinin adını anarken (s. 22). Acaba kendisi kız kardeşine nasıl hitap ediyordu, diye merak ediyorum.
Dildeki değişimi garipseyen, kabullenemeyen Abdülhak Hâmid’in daha sonra Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen Dil Kurultayı’na katıldığını da kendi ağzından anlattıracaktır Selim İleri. İlk Dil Kurultay’ları Dolmabahçe Sarayı'nda toplanmış. Atatürk toplantıları izlemiş. Google’da aradığınızda 1936 tarihli bir fotoğrafta Abdülhak Hâmid’i Atatürk’le aynı masada sohbet ederken görüyorsunuz.      
Alfabedeki değişimin etkilerine anlatı boyunca sık sık dönüyor Selim İleri. Alfabedeki değişim geçmişle bir kopuşa neden oldu kuşkusuz ama tek neden bu muydu?  
Abdülhak Hâmid ve dönemi yazar ve şairlerini anlamıyoruz. Hâmid’in en popüler eseri olan Makber’i hemen her eğlence gecesinde söylüyoruz ama sözlerinin anlamını anlamıyoruz hatta ne vesile ile yazıldığını bile bilmiyoruz. Bu bizim cehaletimiz ama yazıldıkları dönemde bile Hâmid’in eserlerinin gereğince anlaşıldığından kuşkuluyum. Çünkü kullandıkları dil dönemlerinde bile hem yeni hem de farklıydı. Türkçe, Arapça, Farsça karışımı sözcük kalıplarının çoğunu dilin yetersizliğini öne sürerek kendilerinin uydurduklarını/yarattıklarını biliyoruz. Yetersiz buldukları dil Osmanlıca’ydı, günümüz Türkçesi değil.
Abdülhak Hâmid anlaşılamamaktan unutulmuş olabilir ama anlaşılsaydı, alfabe engelini aşıp arkadaşı Halid Ziya Uşaklıgil gibi daha sade Türkçe ile yazabilseydi doğru anlaşılacak ve unutulmayacak mıydı, diye de sormamız gerek. Halid Ziya Uşaklıgil, eserlerini bizzat kendisi sadeleştirdi ama anlaşılamama engelini o da aşamadı. Günümüzde eserlerini uzmanlarca yeniden sadeleştirilmiş metinlerle okuyoruz.
Abdülhak Hâmid’in üslup, biçim gibi diğer niteliklerine dil engeli nedeniyle gelememişiz. Eseri, onca çalışmaya rağmen tam anlamıyla değerlendirilmemiş. Selim İleri’nin Kumkuma’nın girişine birkaç satırını alıntıladığı, metin boyunca atıfta bulunduğu Finten ve diğer tiyatro eserlerinin üzerinde ise hemen hiç durulmadı. Oysa Abdülhak Hâmid Türk tiyatrosunun ilk ve öncü eserlerini yazmış.
Unutulmak konusunu tartışırken bir şairin, yazarın ölümünden sonra hakkında yazılmaması, akademinin üzerinde çalışmamasının da unutulmasında önemli katkısı olduğu söylenir. Kumkuma’nın daha ilk sayfasında Abdülhak Hâmid’in oturduğu koltuğun yanındaki sehpada hakkında yazılanlar yığılıdır ve sayıları hiç de az değildir. Selim İleri, Kumkuma’da bu konuyu da Hâmid hakkında yazılanlardan bolca örnekler vererek sık sık değiniyor. Sıkı bir araştırma yaptığı, Abdülhak Hâmid hakkında yazılanları derlediği anlaşılıyor. Bunları metne, anlatının doğal akışına ustaca katıyor.   
İyi de, kötü de yazmışlar. Yazanlar ya da konuşanlar arasında evinde misafir olan İbnülemin gibi en yakınları da var. Hâmid kolay beğenmiyor, kendisi için ne yapılsa yeterli bulmuyor. Ölümünden sonra kurulan “Abdülhak Hâmid Dostları Derneği” de, monografisini yazan “Gündüz” de öfkesinden, küfürlerinden payını alıyor. Nihat Sami gibi hakkında olumlu yazanlara bile dudak büküyor. Yazdıklarında yanlışlar, eksikler buluyor.  “Kakavan Edebiyat Tarihçisi”, “Etüd sahibi yazar”, “Uyduruk Edebiyat Yazıcısı”, “Kırtıpil Lise Edebiyat Öğretmeni KLEÖ”, “Herkesin Hamdi’si, kısaca H”... Liste uzuyor.  
Abdülhak Hâmid’in öfke ve küfürlerinden Selim İleri de payını alıyor. Cemil Süleyman’ın Siyah Gözler’ini editörlüğünü yaptığı Argos Dergisi’nin eki olarak yayımladı diye “en yeni nesilden bir kakavan” diye niteliyor. Çünkü, aşağıladığı bu eser değil, kendi eserleri tekrar yayınlanmalı ona göre.
Bir de 2004’de “Şair-i Âzam’ın yetmişinci ölüm yıldönümüne armağan” olarak yayımlanan Kumkuma’nın yazarı Selâmet İlmik var, kısaca Sİ olarak andığı. Ölüm tarihini öne almış, 1934 yapmışlar. Hâmid, kapaktan başlayarak bu “anlatı”da da birçok eksik bulacak ama onun sayesinde anılarına dönecektir. Bu bizim okumakta olduğumuzdan farklı içerikte bir Kumkuma, Hâmid’in Paris yılları ile başlıyor. Marie ile yaşadıklarıyla... Yine de Sİ, Hâmid’in salvolarından kurtulamaz; “Ne mübalağa! Kumkuma yazarı uyduruyor. Demek ki ANLATI baştan sona uydurma sanatı.”  
Abdülhak Hâmid’e saldıranlar deyince akla hemen Nâzım Hikmet gelir. Onunla ilgili bir bölüm de var Kumkuma’da. Hâmid, Resimli Ay’da başlatılan “Putları Yıkıyoruz” kampanyasında Nâzım Hikmet’in en büyük destekçisinin Peyami Safa olduğunu belirtiyor. Onu affetmeyecek ama Nâzım Hikmet’i evine kabul edecektir. Nâzım Hikmet’in de sonradan Hâmid için yazdığı sözlerini geri aldığını biliyoruz.       
Hâmid’in en çok takıldıkları ise kendisi öldükten sonra özel hayatını da işe katarak hakkında yazan “Mübeccel Azrak” ve “Herkesin Hamdi’si, kısaca H”diye andığı sonra iyice kızıp “İspiyoncu profesör” dediği Ahmet Hamdi Tanpınar. “Mübeccel Azrak” diye andığı “Maçka Palas’ta Bir Efsane” yazısına bakarak Münevver Ayaşlı olduğunu tahmin ettiğim yazarla ise aile dostu olmuşlar, Lüsyen’le arkadaşlık etmiş. Evlerinin kapısını açmışlar.
Selim İleri, çoğu kişiyi adını değiştirerek anlatıya almış. Bunda amaç ne olabilir? Hukuki neticesi olabileceği çekincesi mi? Okuduğumuzun bir anlatı olduğu, edebi eleştiri ya da araştırma olmadığını fark ettirmek mi? İkisi de mümkün. İkincisi daha da ağır basıyor. Ama ben Selim İleri’nin okurdan biraz çaba beklediğini de düşünüyorum. “Okuyun, araştırın” demek istiyor sanki.
Tabii, isimlerin karışması Diyorlar ki (4) için onunla röportaj yapan Ruşen Eşref’in Remzi Eşref, Eşref Rüstem, Eşref Ruşen olması Abdülhak Hâmid’in bellek yanılmaları, bunama belirtileri olarak da kabul edilebilir. Birçok ismi değiştiriyor, farklı söylüyor.    
Başta Abdülhak Hâmid olmak üzere Tanzimat dönemi yazarlarının uzunca bir süredir Selim İleri’nin ilgi alanında olduğunu, kurgu ya da kurgudışı eserlerine konu edindiğini biliyoruz. Mel’un’un (5) kapağında Abdülhak Hâmid de vardı. Kahramanı Sayru aracılığıyla Muhsin Ertuğrul, Sokollu Mehmet Paşa, Mithat Paşa gibi tabulaşmış şöhretlerle birlikte Abdülhak Hâmid’i de çok ağır eleştiriyordu. Ama Abdülhak Hâmid ilgisinin daha da gerilere gittiğini kendisi de belirtiyor.
1980'lerde yayımlanan bir romanım olan Saz Caz Düğün Varyete'de (6) dolaylı olarak kendisiyle ilgili bir şeyler yazmıştım. Yine o yıllarda, rahmetli Çetin Emeç dönemindeki Milliyet'te de 'İstanbul'un Salonları' diye bir yazı dizisi hazırlıyordum. O dönem uzun bir Abdülhak Hamid portresi yazmıştım” diyor Göksan Göktaş’a (7). Yaşadığım İstanbul’daki (8) denemelerde, “Ulu Şairin Çevresinde” ve “Ne Vakit Maçka’dan Geçsem”, “Maçka Palas’ta Bir Efsane” gibi yazılarda (9) Abdülhak Hamid’i konu etmişti.
Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin’de (10), Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’da (11) hem Abdülhak Hâmid’in yaşam öyküsüyle, hem de eserleriyle ilgilidir. Makber kadar Hacle ile de uğraşır.
Ben Hamid'in şiirinden çok haz ettiğimi söylemeyeceğim ama, çok ağdalı bir dil. Ama oyunları muhteşem. Şiirde de ilk defa Divan şiiri geleneğinin dışında yeni bir şiir yapmış kendine göre. Tanpınar o açından değerlendirirdi onu. Ama kişiliği çok çarpıcı. İnançla inançsızlık, şüpheyle hakikat arasındaki geçişleri ilginç. Her seferinde inanca geri dönüyor ama yeniden uzaklaşıyor. Yine dönüyor..” diyor yine Göksan Göktaş’a.
Gerçekten de biraz ayrıntıya indiğinizde bile çok ilginç bir yaşam öyküsü var Abdülhak Hâmid’in. Sadece genç yaşta kaybettiği karısı için yazdğı Makber değil yaşadıklarının çoğunun eserlerine yansıdığı, ilham kaynağı olduğu anlaşılıyor. Selim İleri Solmaz Hanım’da "Hacle! O, Abdülhak Hamid'in şiiridir. Gelin odası. Makber'i yazarken bir yandan da Hacle'yi yazmıştır" diye yazmış. Yaşadıklarını yazmakla, yazmak için yaşamak Abdülhak Hâmid’de ne kadar karışmış, merak etmemek elde değil.
Selim İleri, Kumkuma’da, 167 sayfalık bu kısa görünen anlatı Abdülhak Hâmid’in yaşam öyküsünü de içeriyor. Abdülhak Hâmid 2 Ocak 1852’de dedesi Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki yalısında doğmuş. Tabii ki doğum tarihi tartışmalı, 2 Şubat  ya da 5 Şubat diyenler de var. Hatta Kumkuma’nın kahramanı Abdülhak Hâmid “Neden 2 Mart olmasın?” diyerek alaya alıp doğum tarihinin tartışmalı olmasını bir nebze sineye çeker ama araştırmacıların ölüm tarihinde anlaşamamasına öfkelenmeden duramaz.
Abdülhak Hâmid’in yaşam öyküsü, kısa biyografileri çeşitli vesilelerle yazılmış, Selim İleri doğum tarihinden başlayarak bu bilgilerin ne kadar doğru olabileceğini de tartışmaya açmış oluyor böylece. Biyografi yazarları ne kadarını kaynaklara dayanarak yazdılar, ne kadarını uydurdular? Gerçekten de merak etmemek elde değil. Abdülhak Hâmid’in ağzından yaşam öyküsü ile ilgili birçok doğru bilinen yanlışa dikkati çekiyor Selim İleri. Edebi tad alarak okuyacakların yanısıra edebiyat tarihçileri için de okunması, tartışılması gereken bir metin Kumkuma.  
Kendisinin Lüsiyen dediği son eşiyle yaşadıkları ve yine sayısı tartışmalı olan evlilikleri yaşam öyküsünde ilk dikkati çeken nokta kuşkusuz. Yaşlı adamla torunu yaşındaki genç kadının evliliği dedikodu konusu oluyor. Hele, Lüsyen’in Hâmid’i bırakıp kont olduğu söylenen dengi bir İtalyan’la gitmesi, daha sonra yeni koca ile Hâmid’e dönmesi gibi roman konusunu aşıp televizyon dizisi olabilecek ilginçlikler var yaşamında. Ama önceki evlilikleri de merak konusu.
Devletle ilişkileri ise başka bir çarpıcı boyut. Bir yandan yurtdışında diplomatlık görevlerinde devleti temsil ederken çok rahat ve lüks yaşam sürüyor, diğer yandan eserleri ile dikkati çekiyor ve yazması yasaklanıyor; ya devlet görevini sürdürecektir, ya da işini bırakıp yoksul bir yazar olacaktır. Hâmid’in tavrı devlet görevini sürdürmekten yana oluyor hep. Sürekli devlet büyüklerine mektuplar yazıp isteklerde, dileklerde bulunmuş. Bu o dönemin şair ve yazarlarının tavrına uygun, pek de garipsenmeyen bir durum. Devlet, kendine muhalif olanları bile maaşa bağlayıp kontrol altında tutuyor. Zaten Hâmid de hiçbir zaman muhalif olmuyor. Eserlerinin içeriğine bakınca yazmasının yasaklanmasını anlamak mümkün değil bugün.
Hâmid, cumhuriyetten sonra mektuplar yazmaya devam ediyor. Kumkuma’nın anlatıcısına göre her dakika yazıp yolladığı mektuplar cevapsız kalıyor. Çünkü devir değişmiştir. Yine de devlet Ulu Şair’ini aç ve açıkta bırakmıyor, Maçkapalas’taki evinin kirasını belediye ödüyor. Osmanlı geleneğinin bir anlamda Cumhuriyetten sonra da sürdüğünü düşünebiliriz. Yahya Kemal’in Park Otel faturaları da başbakanlık örtülü ödeneğinden ödenmiş.
Kumkuma’nın iki anlamı var, ikincisi “olumsuz, kötü bir özelliği kendinde fazlasıyla toplayan kimse, olay ya da yer.” Kitapta da bu anlam verilmiş, bilmeyen okur vardır diye. İçerik açısından doğru bir isimlendirme. Ama kumkumanın ilk anlamı “küçük testi, çömlek”. Bu küçük anlatının böyle bir niteliği olduğunu da düşünüyorum. Küçük çömlek Abdülhak Hâmid’i, yaşamını, eserlerini eksen alarak sanatın, edebiyatın, kalıcılık, unutulmak gibi temel meselelerini b,ünyesinde toplayıp tartışmaya açıyor, tezler getiriyor. Edebiyatın daha bir çok sorununu konuşmaya vesile oluyor. Usta işi bir eser Kumkuma, derinliklerine indikçe hakkında yazılacak daha bir çok konu olacaktır.  (Kitaplık Dergisi, Ocak-Şubat 2019)   

Kaynaklar:
1 – İleri, Selim. Kumkuma. İstanbul: Everest yay, 2018.
2 –Özgül, M. Kayahan. Divan Yolundan Pera’ya Selâmetle. İstanbul: Yapı Kredi yay. 2. Baskı, Nisan 2018.
3- Enginün, İnci. İslam Ansiklopedisi, Abdülhak Hâmid Tarhan maddesi. [çevrimiçi] islamansiklopedisi.org.tr/abdulhak-hamid-tarhan [3.11.2018 tarihinde erişildi].
4- Ünaydın, Ruşen Eşref, Diyorlar ki. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 3. Baskı, 2000.
5- İleri, Selim. Mel’un. İstanbul: Everest yay. 2013. 
6- İleri, Selim. Saz Caz Düğün Varyete. İstanbul: Altın Kitaplar, 1984.
7- Göktaş, Göksan. "Selim İleri: Gönül, bütün iyi duyuşlarımızın toplamıdır". [çevrimiçi]  sabah.com.tr/kitap/2018/10/12/selim-ileri-gonul-butun-iyi-duyuslarimizin-toplamidir [12.10.2018 tarihinde erişildi].
8- İleri, Selim. Yaşadığım İstanbul. İstanbul: Everest yay, 2012.
9- İleri, Selim. “Ulu Şairin Çevresinde”, Zaman Gazetesi, 05.04.2009.
“Ne Vakit Maçka’dan Geçsem”, Zaman Gazetesi, 30.12.2006.
“Maçka Palas’ta Bir Efsane” [çevrimiçi] edebistan.com/index.php/selim-ileri/macka-palasta-bir-efsane/2009/06/ [3.11.2018 tarihinde erişildi].
10- İleri, Selim. Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin. İstanbul: Oğlak yay, 2000.

11- İleri, Selim. Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın. İstanbul: Can yay, 1991. 

Yorumlar