Selim İleri’nin Kumkuma’sının (1) kapağında “tanıdık” biri
var. “Şair-i Âzam” Abdülhak Hâmid, her zamanki şıklığıyla bildik bir görüntüde,
yine bize çok tanıdık gelen koltuğunda oturmuş. Lüsyen Hanım, son eşi, koltuğun
kenarına ilişmiş, şaire arkadan sarılmış. Ama kitabın kapağının esasını o
koltuğun boş hali ve uçuşan sayfalar kaplıyor.
Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid, “Ulu Şair” olarak hortlayıp 21.
Yüzyıla, Maçkapalas’taki son evine dönüyor. Aradan geçen onlarca yıla rağmen
evin düzeni bozulmamış. Sanki kapıyı açıp içeri girmesi bekleniyor. İçeride, hemen
her öğleden sonra evin salonunu dolduran şairler, yazarlar var. Samipaşazâde
Sezai, Halid Ziya başköşede. Cenab Şahabettin, İbnülemin Mahmut Kemal ve daha
nice şair ve yazar.
Sezai Bey, Hâmid’in yokluğundan istifade onun koltuğuna
oturmuş, Hâmid’in siniri tepesine fırlamıştır. İçinden her biri için sıfatlar
geçirir, “sümsük”, “maskara”, kıytırık”... Asabiyetini belli etmemeye çalışarak
selamlaşır, misafirlerinin hatırını sorar.
Sinirlenmesinin nedenlerinden biri kendisi evde yokken
bunların gelmesi, eşi Lüsyen’inde hepsini kabul edip izzet ikramda bulunmasıdır.
Diğer neden daha önemli ve can alıcı “bunların
ünlenişi ile ulu şairliği gölgelen”miştir ona göre. Her gördüğünde bu
gerçeği anımsar, sinirlenir. En yakın arkdaşlarının arkasından işler
çevirdiklerini, ününü gölgelemek hatta tamamen kaybetmesini sağlamak için
aleyhine çalıştıklarını düşünür. Evet, başarılı olamamışlardır ama etkili
olmadıklarını da söylemek mümkün değildir.
Kumkuma’nın konu
aldığı meselelerden ilkine geliyoruz böylece; “unutulmak”. Daha ilk sayfadan başlayarak Abdülhak Hâmid’i bu konu meşgul
ediyor. Osmanlı’dan cumhuryete geçilmiş, Şair-i Âzam’ken Ulu Şair olmuştur.
Oturduğu son evin bulunduğu Maçkapalas’ın duvarına bir tabela asılmış "Ulu Şair burada yaşadı" yazılmıştır
ama Abdülhak Hâmid unutulduğunun farkındadır. Üstelik, daha ilk sayfada
belirtildiği gibi hakkında yazılmış kitaplar, makaleler, röportajlar, anı
yazıları, doktora tezleri, ansiklopedi ve sözlük maddeleri olmasına, her
edebiyat tarihinde mutlaka adının anılmasına, ders kitaplarına girmesine rağmen
unutulmuştur.
Abdülhak Hâmid yaşarken şöhretin zirvesine yerleşmiş, uzun
yıllar da bu durumunu korumuş. “Şair-i Âzam”, “Dâhî –î Âzam” gibi sıfatlarla
anılmış, maddi ve manevi olarak şöhretin tüm nimetlerinden yararlanmış. Okur
kadar, belki daha çok devlet de ona ilgi göstermiş, önemsemiş. Osmanlı’da
diplomat, cunhuriyette miletvekili olmuş, evinin kirasını belediye ödemiş.
Yazarların, sanatçıların kendi kendilerine hep sordukları
sorudur bu; yarına kalmak, unutulmamak
nasıl mümkün olacak? Eserleri ile yüz yıllar boyu yaşayabilecekler mi?
Hâlâ çok tanınır, bilinir olmasına rağmen Abdülhak Hâmid
yaşamının son zamanlarında unutulmak üzere olduğunu fark etmiş. Ünlüdür, hemen
herkes tarafından tanınıyordur ama ne yazdığını, hangi eserleri olduğunu
kimseler bilmiyor, yazdıklarını okumak ihtiyacı duymuyordur.
Aslında bir paradoks var Abdülhak Hâmid ve benzerlerinin
durumunda. Çünkü o aynı zamanda “Makber
şiirinin şairi”dir. Bestesi Hafız Burhan'a ait Makber şarkısı her zaman dillerdedir. Kumkuma’nın ilerleyen sayfalarında bu durum da ele alınır. Makber o
kadar çok bilinip, şarkı olarak o kadar çok söylenmesine rağmen ne şiirin
tamamı okunmakta, ne de şairi bilinmektedir. Daha Hâmid yaşarken şiir şairinin
önüne geçmiş, Hâmid “Makber şiirinin
şairi” olarak anılmaya başlamış, sonra şair unutulmuş şiir kalmış, nihayet
şiir de geri plana düşmüş, şarkısı dillerde dolaşmaya devam etmiştir.
Abdülhak Hâmid ve döneminden birçok yazar için özel bir
durum da var ki bu da Kumkuma’nın
temel konularından. Abdülhak Hâmid’in salonunda gördüğü için sinirlendiğini
fark eden şair ve yazarlar üst üste iltifatlar ederler. Cenab Şahabettin de “Kanaatimce nazımda inkılâp sizinle
başlamıştır!” (s.15) der. Bu yenilik vurgusuna öfkelenen Hâmid “Eski nesil
biziz!” diye içinden karşılık verir. Edebi anlamda ileriyken, öncüyken geri
kalmışlardır. Edebiyatta yaptıkları yenilikleri dilde yapamayınca, aksine
yeniliğin dilin sadeleşmesi değil daha da zorlaşması, anlaşılmaz hale gelmesi
olduğu düşüncesine kapılınca tüm yenilik bir anda eskimiştir. Bunun en tipik
örneği Abdülhak Hâmid’in eserleridir. Şimdi bize son derece eski gibi görünse
de tamamen yeni, kendine has eserlerle gelmiş, eskiyle bağ kurmayı kesinlikle
reddetmiş (2). “Tanzimat’tan sonraki
yenileşme devri Türk edebiyatının tanınmış şair ve tiyatro yazarı”dır o (3).
İnci Engünün şöyle yazmış; “Tanzimat’tan
sonraki yıllarda Batı kültür ve edebiyatının tesiri altında ortaya çıkan yeni
Türk edebiyatının ikinci nesline mensup olan Abdülhak Hâmid, yaklaşık dört
devri idrak etmiş ve bu süre içinde Türk edebiyatında şekil ve muhteva
bakımından gerçek anlamda yenilikler yapmış şahsiyetlerin başında gelmektedir.”
Ve ekliyor; “divan edebiyatından
uzaklaşma ve yeni bir edebiyat kurma gayreti, onun tarafından
gerçekleştirilmiştir.” (...) “Yeni
şiiri, zevk ve hayal dünyasıyla Batı şiirine yaklaştırmayı da başaran Hâmid’in
şiirlerinde muhteva ve şekil bakımından da büyük yenilik ve zenginlikler
mevcuttur.”
Şaşırtıcı değil mi? “Biz Hâmid’i böyle bilmezdik!”
diyeceksiniz oysa “Biz Hâmid’i hiç bilmiyoruz” dememiz gerek.
Dil engeli, alfabedeki değişim, sadeleşme hareketi, Kumkuma’nın başından beri ele alınan
konulardan. Kuşkusuz cumhuriyetin ilk yıllarını yaşayan Abdülhak Hâmid’in
(ölümü 1937) temel meselelerinden biri dildeki değişim olmuştur. Çünkü artık
okunamaz, okunsa da anlaşılmaz olduğunu yaşarken gördü. “Mihrinnisa, Mührinnisa, Mihrinisa: Yeni harflerle nasıl yazılacak?”
böyle soruyor Kumkuma’da, “Benden apaçık mısralar çalmıştır” diye
öfkesinden payını alan kız kardeşinin adını anarken (s. 22). Acaba kendisi kız
kardeşine nasıl hitap ediyordu, diye merak ediyorum.
Dildeki değişimi garipseyen, kabullenemeyen Abdülhak
Hâmid’in daha sonra Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen Dil Kurultayı’na
katıldığını da kendi ağzından anlattıracaktır Selim İleri. İlk Dil Kurultay’ları Dolmabahçe Sarayı'nda toplanmış. Atatürk toplantıları izlemiş. Google’da aradığınızda 1936
tarihli bir fotoğrafta Abdülhak Hâmid’i Atatürk’le aynı masada sohbet
ederken görüyorsunuz.
Alfabedeki değişimin etkilerine anlatı boyunca sık sık
dönüyor Selim İleri. Alfabedeki değişim geçmişle bir kopuşa neden oldu kuşkusuz
ama tek neden bu muydu?
Abdülhak Hâmid ve dönemi yazar ve şairlerini anlamıyoruz.
Hâmid’in en popüler eseri olan Makber’i
hemen her eğlence gecesinde söylüyoruz ama sözlerinin anlamını anlamıyoruz
hatta ne vesile ile yazıldığını bile bilmiyoruz. Bu bizim cehaletimiz ama
yazıldıkları dönemde bile Hâmid’in eserlerinin gereğince anlaşıldığından
kuşkuluyum. Çünkü kullandıkları dil dönemlerinde bile hem yeni hem de
farklıydı. Türkçe, Arapça, Farsça karışımı sözcük kalıplarının çoğunu dilin
yetersizliğini öne sürerek kendilerinin uydurduklarını/yarattıklarını biliyoruz.
Yetersiz buldukları dil Osmanlıca’ydı, günümüz Türkçesi değil.
Abdülhak Hâmid anlaşılamamaktan unutulmuş olabilir ama
anlaşılsaydı, alfabe engelini aşıp arkadaşı Halid Ziya Uşaklıgil gibi daha sade
Türkçe ile yazabilseydi doğru anlaşılacak ve unutulmayacak mıydı, diye de
sormamız gerek. Halid Ziya Uşaklıgil, eserlerini bizzat kendisi sadeleştirdi
ama anlaşılamama engelini o da aşamadı. Günümüzde eserlerini uzmanlarca yeniden
sadeleştirilmiş metinlerle okuyoruz.
Abdülhak Hâmid’in üslup, biçim gibi diğer niteliklerine dil
engeli nedeniyle gelememişiz. Eseri, onca çalışmaya rağmen tam anlamıyla
değerlendirilmemiş. Selim İleri’nin Kumkuma’nın
girişine birkaç satırını alıntıladığı, metin boyunca atıfta bulunduğu Finten ve diğer tiyatro eserlerinin
üzerinde ise hemen hiç durulmadı. Oysa Abdülhak Hâmid Türk tiyatrosunun ilk ve
öncü eserlerini yazmış.
Unutulmak konusunu tartışırken bir şairin, yazarın ölümünden
sonra hakkında yazılmaması, akademinin üzerinde çalışmamasının da unutulmasında
önemli katkısı olduğu söylenir. Kumkuma’nın
daha ilk sayfasında Abdülhak Hâmid’in oturduğu koltuğun yanındaki sehpada
hakkında yazılanlar yığılıdır ve sayıları hiç de az değildir. Selim İleri, Kumkuma’da bu konuyu da Hâmid hakkında
yazılanlardan bolca örnekler vererek sık sık değiniyor. Sıkı bir araştırma
yaptığı, Abdülhak Hâmid hakkında yazılanları derlediği anlaşılıyor. Bunları
metne, anlatının doğal akışına ustaca katıyor.
İyi de, kötü de yazmışlar. Yazanlar ya da konuşanlar
arasında evinde misafir olan İbnülemin gibi en yakınları da var. Hâmid kolay
beğenmiyor, kendisi için ne yapılsa yeterli bulmuyor. Ölümünden sonra kurulan “Abdülhak
Hâmid Dostları Derneği” de, monografisini yazan “Gündüz” de öfkesinden,
küfürlerinden payını alıyor. Nihat Sami gibi hakkında olumlu yazanlara bile
dudak büküyor. Yazdıklarında yanlışlar, eksikler buluyor. “Kakavan Edebiyat Tarihçisi”, “Etüd sahibi
yazar”, “Uyduruk Edebiyat Yazıcısı”, “Kırtıpil Lise Edebiyat Öğretmeni KLEÖ”,
“Herkesin Hamdi’si, kısaca H”... Liste uzuyor.
Abdülhak Hâmid’in öfke ve küfürlerinden Selim İleri de
payını alıyor. Cemil Süleyman’ın Siyah
Gözler’ini editörlüğünü yaptığı Argos Dergisi’nin eki olarak yayımladı diye
“en yeni nesilden bir kakavan” diye
niteliyor. Çünkü, aşağıladığı bu eser değil, kendi eserleri tekrar yayınlanmalı
ona göre.
Bir de 2004’de “Şair-i Âzam’ın yetmişinci ölüm yıldönümüne
armağan” olarak yayımlanan Kumkuma’nın
yazarı Selâmet İlmik var, kısaca Sİ olarak andığı. Ölüm tarihini öne almış,
1934 yapmışlar. Hâmid, kapaktan başlayarak bu “anlatı”da da birçok eksik
bulacak ama onun sayesinde anılarına dönecektir. Bu bizim okumakta olduğumuzdan
farklı içerikte bir Kumkuma, Hâmid’in
Paris yılları ile başlıyor. Marie ile yaşadıklarıyla... Yine de Sİ, Hâmid’in
salvolarından kurtulamaz; “Ne mübalağa! Kumkuma yazarı uyduruyor. Demek ki ANLATI baştan
sona uydurma sanatı.”
Abdülhak Hâmid’e saldıranlar deyince akla hemen Nâzım Hikmet
gelir. Onunla ilgili bir bölüm de var Kumkuma’da.
Hâmid, Resimli Ay’da başlatılan “Putları Yıkıyoruz” kampanyasında Nâzım
Hikmet’in en büyük destekçisinin Peyami Safa olduğunu belirtiyor. Onu
affetmeyecek ama Nâzım Hikmet’i evine kabul edecektir. Nâzım Hikmet’in de
sonradan Hâmid için yazdığı sözlerini geri aldığını biliyoruz.
Hâmid’in en çok takıldıkları ise kendisi öldükten sonra özel
hayatını da işe katarak hakkında yazan “Mübeccel Azrak” ve “Herkesin Hamdi’si,
kısaca H”diye andığı sonra iyice kızıp “İspiyoncu profesör” dediği Ahmet Hamdi
Tanpınar. “Mübeccel Azrak” diye andığı “Maçka Palas’ta Bir Efsane” yazısına
bakarak Münevver Ayaşlı olduğunu tahmin ettiğim yazarla ise aile dostu
olmuşlar, Lüsyen’le arkadaşlık etmiş. Evlerinin kapısını açmışlar.
Selim İleri, çoğu kişiyi adını değiştirerek anlatıya almış.
Bunda amaç ne olabilir? Hukuki neticesi olabileceği çekincesi mi? Okuduğumuzun
bir anlatı olduğu, edebi eleştiri ya da araştırma olmadığını fark ettirmek mi?
İkisi de mümkün. İkincisi daha da ağır basıyor. Ama ben Selim İleri’nin okurdan
biraz çaba beklediğini de düşünüyorum. “Okuyun, araştırın” demek istiyor sanki.
Tabii, isimlerin karışması Diyorlar ki (4) için onunla röportaj yapan Ruşen Eşref’in Remzi
Eşref, Eşref Rüstem, Eşref Ruşen olması Abdülhak Hâmid’in bellek yanılmaları,
bunama belirtileri olarak da kabul edilebilir. Birçok ismi değiştiriyor, farklı
söylüyor.
Başta Abdülhak Hâmid olmak üzere Tanzimat dönemi
yazarlarının uzunca bir süredir Selim İleri’nin ilgi alanında olduğunu, kurgu
ya da kurgudışı eserlerine konu edindiğini biliyoruz. Mel’un’un (5) kapağında Abdülhak Hâmid de vardı. Kahramanı Sayru
aracılığıyla Muhsin Ertuğrul, Sokollu Mehmet Paşa, Mithat Paşa gibi tabulaşmış
şöhretlerle birlikte Abdülhak Hâmid’i de çok ağır eleştiriyordu. Ama Abdülhak
Hâmid ilgisinin daha da gerilere gittiğini kendisi de belirtiyor.
“1980'lerde yayımlanan
bir romanım olan Saz Caz Düğün Varyete'de
(6) dolaylı olarak kendisiyle ilgili bir şeyler yazmıştım. Yine o yıllarda,
rahmetli Çetin Emeç dönemindeki Milliyet'te de 'İstanbul'un Salonları' diye bir
yazı dizisi hazırlıyordum. O dönem uzun bir Abdülhak Hamid portresi yazmıştım”
diyor Göksan Göktaş’a (7). Yaşadığım
İstanbul’daki (8) denemelerde, “Ulu Şairin Çevresinde” ve “Ne Vakit
Maçka’dan Geçsem”, “Maçka Palas’ta Bir Efsane” gibi yazılarda (9) Abdülhak
Hamid’i konu etmişti.
Solmaz Hanım,
Kimsesiz Okurlar İçin’de (10), Mavi
Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’da (11) hem Abdülhak Hâmid’in yaşam
öyküsüyle, hem de eserleriyle ilgilidir. Makber
kadar Hacle ile de uğraşır.
“Ben Hamid'in
şiirinden çok haz ettiğimi söylemeyeceğim ama, çok ağdalı bir dil. Ama oyunları
muhteşem. Şiirde de ilk defa Divan şiiri geleneğinin dışında yeni bir şiir
yapmış kendine göre. Tanpınar o açından değerlendirirdi onu. Ama kişiliği çok
çarpıcı. İnançla inançsızlık, şüpheyle hakikat arasındaki geçişleri ilginç. Her
seferinde inanca geri dönüyor ama yeniden uzaklaşıyor. Yine dönüyor..”
diyor yine Göksan Göktaş’a.
Gerçekten de biraz ayrıntıya indiğinizde bile çok ilginç bir
yaşam öyküsü var Abdülhak Hâmid’in. Sadece genç yaşta kaybettiği karısı için
yazdğı Makber değil yaşadıklarının
çoğunun eserlerine yansıdığı, ilham kaynağı olduğu anlaşılıyor. Selim İleri Solmaz Hanım’da "Hacle! O, Abdülhak Hamid'in şiiridir. Gelin
odası. Makber'i yazarken bir yandan da Hacle'yi yazmıştır" diye yazmış. Yaşadıklarını
yazmakla, yazmak için yaşamak Abdülhak Hâmid’de ne kadar karışmış, merak etmemek elde
değil.
Selim
İleri, Kumkuma’da, 167
sayfalık bu kısa görünen anlatı Abdülhak Hâmid’in yaşam öyküsünü de içeriyor. Abdülhak
Hâmid 2 Ocak 1852’de dedesi Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki yalısında
doğmuş. Tabii ki doğum tarihi tartışmalı, 2 Şubat ya da 5 Şubat diyenler de var. Hatta Kumkuma’nın kahramanı Abdülhak Hâmid “Neden 2 Mart olmasın?” diyerek alaya
alıp doğum tarihinin tartışmalı olmasını bir nebze sineye çeker ama araştırmacıların
ölüm tarihinde anlaşamamasına öfkelenmeden duramaz.
Abdülhak Hâmid’in yaşam öyküsü, kısa biyografileri çeşitli
vesilelerle yazılmış, Selim İleri doğum tarihinden başlayarak bu bilgilerin ne
kadar doğru olabileceğini de tartışmaya açmış oluyor böylece. Biyografi
yazarları ne kadarını kaynaklara dayanarak yazdılar, ne kadarını uydurdular?
Gerçekten de merak etmemek elde değil. Abdülhak Hâmid’in ağzından yaşam öyküsü ile
ilgili birçok doğru bilinen yanlışa dikkati çekiyor Selim İleri. Edebi tad
alarak okuyacakların yanısıra edebiyat tarihçileri için de okunması,
tartışılması gereken bir metin Kumkuma.
Kendisinin Lüsiyen dediği son eşiyle yaşadıkları ve yine
sayısı tartışmalı olan evlilikleri yaşam öyküsünde ilk dikkati çeken nokta
kuşkusuz. Yaşlı adamla torunu yaşındaki genç kadının evliliği dedikodu konusu
oluyor. Hele, Lüsyen’in Hâmid’i bırakıp kont olduğu söylenen dengi bir İtalyan’la
gitmesi, daha sonra yeni koca ile Hâmid’e dönmesi gibi roman konusunu aşıp
televizyon dizisi olabilecek ilginçlikler var yaşamında. Ama önceki evlilikleri
de merak konusu.
Devletle ilişkileri ise başka bir çarpıcı boyut. Bir yandan
yurtdışında diplomatlık görevlerinde devleti temsil ederken çok rahat ve lüks
yaşam sürüyor, diğer yandan eserleri ile dikkati çekiyor ve yazması
yasaklanıyor; ya devlet görevini sürdürecektir, ya da işini bırakıp yoksul bir
yazar olacaktır. Hâmid’in tavrı devlet görevini sürdürmekten yana oluyor hep.
Sürekli devlet büyüklerine mektuplar yazıp isteklerde, dileklerde bulunmuş. Bu
o dönemin şair ve yazarlarının tavrına uygun, pek de garipsenmeyen bir durum.
Devlet, kendine muhalif olanları bile maaşa bağlayıp kontrol altında tutuyor.
Zaten Hâmid de hiçbir zaman muhalif olmuyor. Eserlerinin içeriğine bakınca
yazmasının yasaklanmasını anlamak mümkün değil bugün.
Hâmid, cumhuriyetten sonra mektuplar yazmaya devam ediyor. Kumkuma’nın anlatıcısına göre her
dakika yazıp yolladığı mektuplar cevapsız kalıyor. Çünkü devir değişmiştir.
Yine de devlet Ulu Şair’ini aç ve açıkta bırakmıyor, Maçkapalas’taki evinin
kirasını belediye ödüyor. Osmanlı geleneğinin bir anlamda Cumhuriyetten sonra
da sürdüğünü düşünebiliriz. Yahya Kemal’in Park Otel faturaları da başbakanlık
örtülü ödeneğinden ödenmiş.
Kumkuma’nın iki anlamı var, ikincisi “olumsuz, kötü bir
özelliği kendinde fazlasıyla toplayan kimse, olay ya da yer.” Kitapta da bu
anlam verilmiş, bilmeyen okur vardır diye. İçerik açısından doğru bir
isimlendirme. Ama kumkumanın ilk anlamı “küçük testi, çömlek”. Bu küçük
anlatının böyle bir niteliği olduğunu da düşünüyorum. Küçük çömlek Abdülhak
Hâmid’i, yaşamını, eserlerini eksen alarak sanatın, edebiyatın, kalıcılık, unutulmak
gibi temel meselelerini b,ünyesinde toplayıp tartışmaya açıyor, tezler
getiriyor. Edebiyatın daha bir çok sorununu konuşmaya vesile oluyor. Usta işi
bir eser Kumkuma, derinliklerine
indikçe hakkında yazılacak daha bir çok konu olacaktır. (Kitaplık Dergisi, Ocak-Şubat 2019)
Kaynaklar:
1 – İleri, Selim. Kumkuma.
İstanbul: Everest yay, 2018.
2 –Özgül, M. Kayahan. Divan
Yolundan Pera’ya Selâmetle. İstanbul: Yapı Kredi yay. 2. Baskı, Nisan 2018.
3- Enginün, İnci. İslam Ansiklopedisi, Abdülhak Hâmid Tarhan
maddesi. [çevrimiçi] islamansiklopedisi.org.tr/abdulhak-hamid-tarhan
[3.11.2018 tarihinde erişildi].
4- Ünaydın, Ruşen Eşref, Diyorlar
ki. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 3. Baskı, 2000.
5- İleri, Selim. Mel’un.
İstanbul: Everest yay. 2013.
6- İleri, Selim. Saz
Caz Düğün Varyete. İstanbul: Altın Kitaplar, 1984.
7- Göktaş, Göksan. "Selim
İleri: Gönül, bütün iyi duyuşlarımızın toplamıdır". [çevrimiçi] sabah.com.tr/kitap/2018/10/12/selim-ileri-gonul-butun-iyi-duyuslarimizin-toplamidir
[12.10.2018 tarihinde erişildi].
8- İleri, Selim. Yaşadığım
İstanbul. İstanbul: Everest yay, 2012.
9- İleri, Selim. “Ulu Şairin Çevresinde”, Zaman Gazetesi,
05.04.2009.
“Ne Vakit Maçka’dan Geçsem”, Zaman Gazetesi, 30.12.2006.
“Maçka Palas’ta Bir Efsane” [çevrimiçi] edebistan.com/index.php/selim-ileri/macka-palasta-bir-efsane/2009/06/
[3.11.2018 tarihinde erişildi].
10- İleri, Selim. Solmaz
Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin. İstanbul: Oğlak yay, 2000.
11- İleri, Selim. Mavi
Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın. İstanbul: Can yay, 1991.
Yorumlar