Şehrin ucundan bize seslenenler

Şehrin ucunda geçen yeni romanı ‘Hayatın Ucu’nda bir ihtiyar ile gelininin, çaresizlikle yalnızlığın buluşturduğu iki insanın hikâyesini anlatan Metin Celâl, “Merkeze uzak sitelerde yeni bir yaşam kültürü oluşuyor. Buralardaki insanları, insan ilişkilerini yazmak istedim. Yapayalnız kalan insanların ruh halini anlatmaya çalıştım” diyor.
Öncelikle kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da altını çizdiğiniz için soruyorum şehrin çok dışında, TOKİ bloklarından bir evi mekan olarak seçmenizin ve ona önemli bir rol vermenizin nedeni neydi? Şehir algısının değiştiğini ve yalnızlığın sınırlarının genişlediğini mi belirtmek istiyordunuz?
Uzunca bir süredir, kararlı bir politika ile orta ve dar gelirliler şehrin dışına doğru sürülüyor. Kentsel dönüşüm adı altında geliştirilen bu politika ile Tarlabaşı, Yedikule gibi İstanbul’un merkezindeki  semtlerde yüz yıllardır yaşayan yoksullar merkeze çok uzak yerlerde yapılan sitelere taşınmak zorunda bırakıldılar. Bu işin bir boyutu, diğer yanda da ucuza ev sahibi olmak arzusu ile bu sitelerden daire alan, ev kiralayan orta ve alt sınıftan insanlar var. Bu sitelerin şehirde olmadığını, bambaşka bir yer, bambaşka bir kültür olduğunu ancak oralarda yaşamaya başladıktan sonra anlayabiliyorlar. Oralardaki yaşam da kuşkusuz bizim şehir diye bildiğimiz yerdekinden çok farklı, yeni ilişkiler ağı.  

Hayatın Ucu çok sade, yalın bir hikaye. Bu yalınlığın içinde pek çok duyguyu, dünden bugüne değişen hayatların izlerini, değişen değerleri ve erdemleri görüyoruz. Neydi sizi tüm bunları yalınlıkla
buluşturmaya iten sebep?
Sözünü ettiğimiz yeni kültür ortamında insanları, insan ilişkilerini yazmak istedim. Yapayalnız kalan insanların ruh halini anlatmaya çalıştım. İçerik biçimi belirliyor. Anlattığım konu, kahramanların kurduğu ilişkiler, bulundukları mekan bu anlatım biçimini getirdi. Yani özel bir tercih değil, öykünün gerekliliği sade ve yalın anlatmak. Anlatım o sitelerdeki yapılar gibi sade olsun istedim.

Kitaptaki kahraman oğlunun onu yerinden yurdundan edip yanına almasının altında pek de hayırlı bir sebep olmadığını bile bile onunla geliyor. Bunun nedeni ne peki? Yalnızlık bizi körleştiriyor ya da ufacık bir gölgeye bağımlı mı kılıyor?
Kahramanım eşini kaybetmiş, tek oğlu ve gelini ile pek sıkı bir bağı olmayan, onları ayda yılda bir görebilen, küçücük bir maaşla yaşamaya çalışan bir ihtiyar. Karı koca hayattaki tek amaçları oğullarını yetiştirmek, ona iyi bir hayat vermek olmuş. Ellerindeki avuçlarındakini onun için harcamışlar. Sonuç olarak da oğullarının iş ve aile sahibi, evini kurmuş biri olduğuna kendi kendilerini inandırmışlar. Alttan alta bu inançlarının pek doğru olmadığının, kendi kendilerini kandırdıklarının da farkındalar. Adam bu inançla oğlunun birlikte yaşama teklifini kabul ediyor ve her zamanki gibi kuşku duysa da oğlunun söylediklerine ikna olmaya hazır. Zaten içinde bulunduğu ekonomik ve psikolojik koşullar da en doğrusunun oğlu ve gelini ile birlikte yaşamak olduğunu düşündürüyor. Çünkü bir sahil kasabasında yalnız yaşıyor ve karısının ölümü ile maaşlar bire düşünce aldığı para ile geçinemiyor. Yalan da olsa oğlunun sunduğu teklif çözüm olarak görünüyor.    

Romandaki iki kahraman, adam ve gelini, çaresizlikten birbirine yaslanmış gibi görünse de aslında çok güçlü bir bağ kuruyorlar. Ve bu bağ zorunlu bir birlikten çok gönüllü bir birlikteliğe dönüşüyor. Ilişki şekillerini yeniden sorgulamamız mı gerekiyor? Siz nasıl sorgulardınız?
Şehir dışında, şehir yaşamından tamamen kopuk bir sitede yaşamak zaten somut olarak yalnızlık duygusunu bildiriyor. Eviçi yaşam da bunu iyice pekiştiriyor. Kahramanımız gelinini hemen hiç tanımıyor. Gelini için de aynı durum söz konusu ve birden bire birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Daha sonra da bu birlikte yaşamı sürdürmek zorunda olduklarını fark ediyorlar. Hem maddi hem de manevi olarak tek başlarına bir şey başarmaları mümkün değil. Sanıyorum bu gerçekliğin farkına vardıklarında evdeki iki yabancı konumundan çıkmaları, dayanışmaları, birbirlerini tanıyıp sevmeleri mümkün oluyor. Günümüzde ekonomik şartların da etkisiyle böyle gelişmeler yaşandığını düşünüyorum. Önce sosyopolitik olarak küçük aile özendirildi. Küçük aileler, hemen kimse ile ilişki kurmadan, diğer aile üyelerini tanımadan yaşamlarını sürdürmeye yönlendirildi. 1+0 evlerde hiçbir konuğu kabul etmeye fiziken de olanak sağlamayan bir yaşam biçimi öngörüldü. Süreç içinde bu yaşam biçiminin bireysel ya da toplumsal olarak kötü sonuçları olacağı anlaşılıyor.   

Aile bağlarını sorguluyorsunuz kitapta. Oğluyla babasının birbirini tanımadığı var kitapta. Hatta baba oğlunu tamamen bir yabancıdan dinliyor bir sahnede. Ne derseniz aile bağları konusunda? Ne kadar samimi miyiz birbirimiz ile ilişkilerimizde?
1+0 yaşam biçimi kaçınılmaz olarak aile bağlarının gevşeyip kopmasına neden oldu. Bu yaşam biçiminde fazladan bir kişiye bile yer yok. Herkes kendi kendine yetmek zorunda. Zamanla karı koca bile birbirini fazla olarak görecektir. Bu yapılanma içinde aile bağlarının kopması kaçınılmaz. Romanda anlatmaya çalıştığım çok rastlanan bir durum. Anne ve baba çocuğunu iyi bir gelecek için yetiştirirken istemeden aileye yabancılaşmasına da neden oluyor. İyi bir iş, iyi bir eş, ev, araba, tatil derken anne babayla görüşmeye zaman kalmıyor. Hayatın Ucu’ndaki baba da uzun süredir oğlunu görmemiş, onun hakkındaki bilgileri sadece kısa telefon konuşmalarında kendisinden almış. Yani oğlunu ancak kendisinin anlattığı kadarıyla biliyor. Oğlunu, arkadaşlarının ağzından tanıyınca da aslında hiç bilmediği, belki de yabancı sayılabilecek bir kişi olduğunu anlıyor. Yazık ki günümüzde aile ilişkileri böyle gelişiyor ve akrabalarımızı ancak anlattıkları kadarıyla tanıyoruz. Bu irkiltici bir gerçeklik.       

Kitapta iki kent kültürünün karşılaştırması da yer alıyor. Biri şehrin içinde yaşanan, insanların birbirine dokunduğu, şehrin yaşandığı kültür. Diğeri şehrin dışında yaşanan hem şehrin doğasından
hem insandan uzak kültür. Bu yeni kültür ya da yeni kent yaşamı neleri etkiliyor size göre?
Site, AVM, ofis, özel okul, servis… Kapalı bir yapı oluşturulmuş, kendi içinde iktisadı, sosyal ilişkiler ağı olan ve dışarıdan bir şeye gereksinim duymayan... Buralarda yaşayan insanlar bu çemberin hiç dışına çıkmadan bütün bir ömürlerini sürdürebilirler. “Şehre inmek”, “İstanbul’a gitmek” gibi deyimler kullanıyorlar. Şehirden uzakta olduklarının farkındalar. Maddi ve manevi olarak da sürekli şehirle ilişki kurmaları mümkün değil. Beyoğlu’nda sinemaya gitmek için üç vasıta değiştirip 2,5 saatte 36 durak gitmeniz gerekiyorsa şehre inmek konusunda pek istekli olmazsınız, yakınınızdaki AVM’deki sinemaya gidersiniz. Zaten zamanınız ve sabrınız olsa bile maddi gücünüz bu işi sürekli yapmanıza yetmez. Böyle olunca da şehrin dışında tamamen farklı alışkanlıkları ve yaşam biçimleri olan, steril hayatlar kuruluyor. Dediğim gibi bu bütün dünyada bilinçli olarak geliştirilmiş bir politika, Türkiye’de de büyük bir oranda başarıya ulaşmış görünüyor. Tabii şehirden, dünyadan kopuk bu kapalı yapılarda doğup büyüyeceklerin gelecekte nasıl insanlar olacakları da merak konusu.          


Peki bu yeni kültür edebiyatı nasıl etkiliyor? Çağdaş Türkiye edebiyatı size göre değişime tanıklık edebiliyor mu? Yoksa siyasete çok fazla odaklanıp hayatın günlük akışını atlıyor mu?
Çekirdek ailemize yeni bir üye katılıp Pangaltı’da oturduğumuz evin yeterli olmayacağını anladığımızda reklamların da etkisiyle “Acaba bir sitede mi otursak. Hem çocuk için de iyi olur. Temiz hava, park…” diye bir düşünceyle arayışa girmiştik. O dönemde TOKİ sitelerini incelemek, oradaki yaşamı düşünmek de gerekmişti. Ama romanın esas esin kaynağı Romanları yerinden edip Sulukule’de yapılan lüks sitedir. Bu siteyi gördüğümüzde “Buranın gerçek sahipleri şimdi nerede yaşıyor?” diye kendi kendime sormuş ve araştırmaya başlamıştım. Yakın bir dostumu toprağa verirken de Romanların yaşamak zorunda bırakıldıkları sitelerin şehre ne kadar uzak olduğunu görmüştüm.     
Konuyla ilgili yapılmış az sayıda ama değerli araştırmalar var. Ama site yaşamını anlatan pek romanımız yok. Hayatın Ucu’nda göndermeler de yaptığım Barış Bıçakçı’nın ve Ersan Üldes’in romanları dışında pek bir çalışmaya rastlamadım. Ama diğer sanat dalları da henüz bu yeni kültürü konu edinmediler. Konuyla doğrudan ilgili ve oldukça etkileyici tek film “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir”. Sanırım sanatçılar bu sitelerde yaşamaya başlamadığı için eserlerine de yansımıyor. Çünkü şehrin içindeyseniz hayatın ucundaki bu yerlerden, o yerlerdeki yaşamlardan haberdar olmanız mümkün değil.     
(Efnan Atmaca, Hürriyet Kitap – Sanat, 25.07.2019)  

Yorumlar