J.G.Ballard,
yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı romanlarla tanınmış bir yazar. Yaşam
öyküsü de oldukça ilginç. Romanlaşmaya da film olmaya da elverişli. Nitekim
yaşamöyküsünden bölümler romanlarına temel oluştururken, romanları da Steven
Spielberg’in çektiği Güneş İmparatorluğu, David Cronenberg’in Çarpışma, Ben
Wheatley’in Gökdelen gibi filmlere kaynak oldu. Kendine has konuları, bakışı ve
anlatımıyla “Ballardian” diye tanımlanmış ve büyük sözlüklere girmiş.
Birçokları
gibi benim J.G.Ballard adından haberdar olmam Güneş İmparatorluğu filmiyle
olmuştu. Ballard, 1984’de yayımlanan, 1987’de sinemaya uyarlanan Güneş
İmparatorluğu’nda Şangay’da geçen çocukluk yıllarını anlatır. 1930’da Şangay’da
doğmuş. Ailesi ile orada yaşarken Japon İşgali’ni yaşamış, II. Dünya Savaşı
başlamış. Pearl Harbour Baskını’ndan sonra ailesiyle birlikte Japonlar’ın 2000
kişilik bir toplama kampında yaşamış.
1991’de
yayımlanan ‘Kadınların Şefkati’ ‘Güneş İmparatorluğu’ romanının devamı
sayılıyor ama bence daha kapsamlı bir roman. Ballard hem ‘Güneş
İmparatorluğu’nda anlattığı yıllara bir başka açıdan bakıyor, hem de ‘Güneş
İmparatorluğu’nun filme çekilip sinemada ilk gösteriminin yapıldığı güne kadar
yaşadıklarına değiniyor. Yani ‘Kadınların Şefkati’nin sadece ‘Güneş
İmparatorluğu’yla değil diğer yarı otobiyografik romanlarıyla da bağları var.
Ballard’ın yaşam öyküsünün ana çizgilerini, dönüm noktalarını romanda
izleyebiliyoruz. Bence otobiyografisi Miracles of Life’la bağları daha güçlü.
Otobiyografisinin romanlaşmış hali olduğunu da düşünenler var.
‘Kadınların
Şefkati’nin kahramanı Jim, Nagazaki’ye atom bombası atılıp Japonlar’ın savaşı
kaybettiği anlaşılınca Lunghua esir kampından ayrılır ve ailesini bulmak
amacıyla Şangay’a doğru yürümeye başlar. Hayata bakışını değiştiren tanıklığı
da bu yürüyüş sırasında yaşar. Terkedilmiş bir tren istasyonunda savaşın
bittiğinden habersiz Japon askerlerinin bir Çinli esiri öldürmelerine şahit
olur.
Savaş
sonrası İngiltere’sinde hayatının yönünü belirlemeye çalışırken hep aklında o
istasyonda şahit olduğu cinayet vardır. Savaş travmasını üzerinden atması için
yıllar geçmesi, birçok olay yaşaması gerekecektir. Psikiyatrist olmak ister,
Cambridge’de tıp okur, okulu bırakıp NATO kuvvetlerinde pilot olur, bir türlü
dikiş tutturamaz. Çünkü aklında hep Üçüncü Dünya Savaşı’nın çok yakında olduğu
düşüncesi vardır.
Mutluluğu
eşinde ve çocuklarında bulur. Ama bu mutluluk da uzun sürmeyecek, talihsiz bir
ev kazasında karısını kaybedince yeniden bunalıma girecektir. Jim’i hayata
döndüren de çeşitli vesilelerle tanıştığı, dost olduğu, bazılarıyla aşk
yaşadığı kadınlar olacaktır. Romana adını veren kadınların şefkati onun
travmalardan kurtulmasını da, iyi ve tanınmış bir yazar olarak başarıya
ulaşmasını da sağlayacaktır.
‘Kadınların
Şefkati’ sadece J.G.Ballard’ın yaşam öyküsü değil, onun yaşadığı çağa tanıklığı
da. 1940’lardan, İkinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp 90’lara dek dünyanın nasıl
bir değişim geçirdiğini de keskin bir dille ve kendi yaşamından örneklerle
anlatıyor. Vietnam Savaşı, Kennedy’nin öldürülmesi gibi olaylar hayatımıza
televizyon ekranıyla birlikte giriyor. Her şeyin görselleştirilerek
tüketilmesi, yaşanan her şeyin gözlenmesi ve nihayet görsellik için,
başkalarına görünmek için hayatların yaşanması olgularını başarıyla anlatısına
yansıtıyor, tartışıyor. Nihayetinde onun yaşamı da, çocukluk yılları da,
travmalarının kaynağı olan olaylar da görselleşmiş, film olmuştur.
J.G.Ballard çok usta bir
anlatıcı. Kendi yaşam öyküsünü temel alsa da yazdığının bir roman olduğunun
bilincinde ve anlatısının akıcılığı ve merak uyandırması için gerçekleri
çekinmeden değiştirdiği de anlaşılıyor. ‘Kadınların Şefkati’ yarı otobiyografik
bir roman olarak oldukça başarılı ve keyif ve merakla okunuyor. (Hürriyet Kitap Sanat, 14.02.2020)
Yorumlar