BEHİYE’NİN ROMANI


Yazarlarla, kitaplarla ilgili kampanyalardan ister istemez etkileniyorum. Perihan Mağden'in röportajlarda uzun uzadıya "damardan bir roman" yazdığını anlatması da aynı şekilde etkiledi. Şiirlerini, romanlarını sevdiğim  bir yazar olmasına rağmen bir türlü kitabı okumaya cesaret edemedim. Önce kampanyanın anlattığı şekilde bir romanla karşılaşmaktan korktum. Sonra, kampanyadan etkilenip kendimi çok "damardan" bir roman okuyacağım diye koşullandırıp kitabı okursam ve öyle bir romanla karşılaşmazsam diye korktum. Bu etkilerden kurtulabilmem için araya zaman girmesi gerekti. 

Belki de oluşturulan beklentiydi beni alıkoyan. Röportajları okuya okuya "İki Genç Kızın Romanı"ndan yeni bir Thelma ve Louise öyküsü bekler olmuştum. Bu duygu da beni kararsızlığa itiyordu. "Thelma ve Louise Türkiye'de" diye bir roman okumak istemiyordum. Kitabın arka kapak yazısı ise tamamen başka şeylerden dem vuruyordu. Doğrusu kitaptan bir alıntı olduğunu düşündüren italik olarak yazılmış ilk paragraf ilgi çekici bir şeyler yazıldığını hissettiriyordu. Belki de romanın anlattığı Thelma ve Louise değil de Amerikan Sapığı'nın yerli bir versiyonuydu. Alıntının son cümlesinde de, kapakta da bir "bisturi" vardı ve yine röportajlardan anladığıma göre Akmerkez odaklı, markaların havada uçuştuğu bir romandı.  Ama ikinci paragraf bambaşka bir telden çalıyor, "Parasızlığın, yersizliğin, kimliksizliğin kıskacında birbirine tutunmaya çalışan iki yaralı ruh"tan söz ediyordu.

Röportajlar, ilanlar, billboardlar ve kaçınılmaz olarak yazar daha romanı okumadan bize o kadar çok şey anlatıyordu ki birçok okurun benim gibi "her şeyi öğrendim, artık romanı okumaya ne gerek var, " dediğine eminim. Neyse ki, Perihan Mağden sevgim ağır bastı. Bütün bunları bakalım Perihan Mağden, hem de öbür kitaplarında olmadığı kadar "damardan" nasıl yazmış diye merak ettim. 

16 - 17 yaşlarında, liseyi yeni bitirmiş, üniversite kapısında iki genç kız; Behiye ve Handan. İlk gençlik çağlarının insanı yerinde durdurmayan enerjisi ile dolular. 

Behiye, okumayı seven, merak eden, azimli, inatçı, sinirli ve zeki bir kız. Boğaziçi Üniversitesi'ni kazanmış. Sorumlulukları ve sıkıntıları var. Araştırıyor, sorguluyor. Ailesini, yaşadığı hayatı, dünyayı sorguluyor. Sorunları var, sıkılıyor, kendini boğulacakmış gibi hissediyor, bütün insanları boğmak istiyor. Öfkeleniyor. Aile ilişkileri bir felaket. Ne annesiyle anlaşabiliyor, ne onunla tamamen zıt karakterde olan ağabeyiyle. Ama sorumluluklarını biliyor. Yemek yapıyor, evi temizliyor. İkisi de çalışan anne babasına ev işlerinde destek oluyor. Anne, "tadilatçı terzi" Yıldız, babası "bir mağazada baş tezgahtar" Salim, ağabeyi "kendiniborsacızannedenofisboymilliyetçi" Tufan.  Behiye'nin ev hayatı, özellikle annesiyle ve onun dolayımında mutfakla ilişkileri Perihan Mağden'in Mutfak Kazaları şiirlerine bir gönderme yapar gibi. Umarım okuyucu bu göndermeyi değerlendirir ve Perihan Mağden'in şiir kitabını da okur. Behiye annesiyle anlaşamıyor, ama bunu dışa da vuramıyor. İçten içe gelişen bir kavga bu. Patlasa belki rahatlayacak. 

Behiye, siyah giysileri, yazın bile ayağından çıkartmadığı postalları, kırmızı saçları ve çilleri ile Thelma'dan çok Pippi Uzunçorap gibi. Beyoğlu’nda Atlas Pasajı'nda dolaşırken rastlarsak şaşırmayacağımız bir genç kız. 

Handan onun tam tersi. Dertsiz, tasasız bir görünümü var. Hayatta neler olduğuyla ilgilenmiyor gibi. Televizyonda MTV'yi ve ağlatan Türk filmlerini izlemeyi seven, uyduruk magazin ve gençlik dergilerinden başka bir şey okumayan, güzel ve şık giyinmek isteyen, bu güzelliklerin markalı olmasını isteyen, biraz kendisini zorlasa rahatlıkla manken olabilecek güzellikte bir kız. Zengin erkeklere metreslik yaparak geçimini sağlayan annesi kızını çok seviyor. Ona hâlâ bebek muamelesi yapıyor ve sevgisinin karşılığını aynı abartılmış hareket ve sözcüklerle görüyor. Ne birikmiş kredi kartı borçlarını, ne bakkalın artık veresiye vermeyeceğini söylemesini pek dert etmiyorlar. Para sorunları bazı eski erkek arkadaşlara başvurarak ya da yeni sevgililer bulunarak halledilmeye çalışılıyor. Ama alttan alta büyüyen sıkıntılı bir havada yok değil. Anne Leman'ın daha kaç yaşına kadar bu yorucu ve yıpratıcı işi sürdürebileceği ikisinin de kafasında kolayca cevaplanamayacak bir soru olarak yer etmiş. Çağdaş bir Barbie bebek Handan. Pembe daracık tişortu, düşük belli bol blujean'i, kocaman altlı spor ayakkabılarıyla Akmerkez'de görsek şaşırmayacağımız, hatta tam oraya uygun bir kız. 

Mantıken Behiye'nin Handan'ı gördüğü anda gıcık kapması gerekli. Ama öyle olmuyor. Aksine Behiye, Handan'ı Beşiktaş'ta dershane kapısında gördüğünde bir anda vuruluyor. Tam anlamıyla aşık oluyor.   Handan'ı izlerken "..bu sesin habire ismini söylemesini istiyor. Bu gözlerin gözlerine değmesini. İçinde, adı bilinmedik kuşlar havalanıyorlar. Koltuk altlarına doluşup uçuracaklar yerinden. / Uçarım belki. Belki de uçarım havalanırım yerimden. O GELDİ." diye hissediyor, düşünüyor. Tekrar buluşacakları anı sabırsızlıkla bekliyor, önce saatleri, sonra dakikaları sayıyor. Ve bir gün sonra karışılaşıyorlar; "Saçlarını açmış. Omuzlarını yalayıp memelerini kaplıyor saçları. Allahım ne kadar güzel! Güzel olduğunu biliyordu. Ama ne kadar güzel olduğunu unutmuştu. Allahım çok güzel. Göz ayıramayacak kadar güzel./ Elini uzatıp dokunmak isteyecek kadar. / Orda mısın hakikaten? Hakiki misin? Var mısın? Uçmadan kalır mısın sen Handan? Handan. Handan."

Behiye'nin Handan'a aşkı, sadece onun güzelliğinden kaynaklanmıyor. Behiye, Handan'da yıllardır aradığı insanı bulduğuna inanıyor. Handan onun tek dostu, tek arkadaşı, mutluluk kaynağı, en önemlisi kurtarıcısı olacaktır.

Gerçekten Handan Behiye'yi bir anlamda kurtarıyor, bildik deyişle "yaşadığı hayattan çekip alıyor". Behiye önce kılığını kıyafetini değiştiriyor. Bir anlamda kendini terk ediyor. Handan gibi oluyor, onunkilere benzer renkli giysiler alıyor. Sonra da evini, ailesini... Ağabeyinin biriktirdiği paraları alıp evden kaçıyor, Handanlar'a yerleşiyor. Behiye, Handan'a duyduğu sevgiyle adeta onun sevgi ve şefkat kaynağı oluyor. Handan'a yemekler yapıyor, kol kanat geriyor, annelik ediyor. Handan'dan da karşılık görüyor. 

Perihan Mağden, "Ben plansız projesiz yazarım," dese de romanı ilginç bir biçimde kurgulamış. Behiye ile Handan'ın öyküsünü zaman zaman araya giren cinayetler bölüyor. Bu cinayetlerin görünürde İki Genç Kız'ın yaşadıkları ile organik bir ilişkisi yok. Ama hemen hepsinde temel benzerlikler var. Cinayetler hep kesici bir aletle işleniyor, kurbanlar hep erkek ve üzerlerindeki hemen her giysi markalı. Bu markalar tek tek sayılıyor, penis boyları veriliyor. Yazar bu cinayetleri kimin işlediğini bulmayı okuyucuya bırakıyor. Romanı bitirdiğinizde katili tahmin edebilecek tüm bilgilere ulaşıyorsunuz. 

Zamanla Behiye ile Handan'ın mutluluklarına onların dışındaki hayat müdahale etmeye başlıyor. Bir kere Handan'ın annesi Leman hanım, Behiye'den hiç hoşlanıyor ve sık sık bunu belli ediyor. Diğer yandan Handan da bir süre sonra kendi gündelik hayatına dönmek için girişimlerde bulunuyor. O bir Akmerkez kızı. Yaşamak, gezmek, dolaşmak, en önemlisi genç erkeklerce beğenilmek istiyor.

Akmerkez'e, onun oluşturduğu markalarla kurulmuş değerler sistemine, onun ürettiği ve daha sonra yuttuğu insanlara düşman olan, bu sistemi yerle bir edecek yoğunlukta hınçla dolu olan Behiye, en sevdiği insanı Akmerkez delikanlılarına kaptırmaya dayanamıyor. Sevgisini/sevgilisini paylaşmak, üstelik düşman olduğu bir yerin, iğrenecek kadar karşı olduğu insanlarıyla paylaşmak istemiyor. 

Handan'ı bu hayat tarzından vazgeçiremeyeceğini anlayınca, onlar gibi olmayı deniyor. Handan'la birlikte Akmerkez'den delikanlılarla geziyor, araba turları yapıyor, evlerde içki içip sabahlara dek play station oynamalarını izliyor. "Jöleli oğlanlar, röfleli kızlar. Hepsi acayip birbirlerine benziyorlar. Aynı kılık kıyafet, aynı ses tonu, aynı ifadesiz ifade." Onların giydikleri giysiler, yedikleri yemekler, bindikleri arabalar gibi isimleri de farklı; Cenk, Yaman, Tunç, Melisa, Tuğba, Eda... Behiye ismiyle bile onlara çok yabancı, Handan ancak ortalarda bir yerde ya da onlar gibi olmak isteyen ama olamayacak biri. Behiye, onların arasında "ikinci sınıf olduğunu" hissediyor, tespit ediyor. Bu ortamdan önce kendini sonra Handan'ı çekmeyi deniyor. Ama Handan ona direniyor. Çünkü, Behiye açıkca adlandıramasa da, adlandırmak istemese de Handan bir Akmerkez kızı.  Behiye onu tüm erkeklerden ölesiye kıskansa da fazla yapabileceği bir şey yok. Handan için onun küçümsediği, lanetlediği, yıkmak istediği her şey çok önemli. Sonunda Handan, Behiye'nin tavırlarından bıktığını, sıkıldığını, bezdiğini açıkca söylüyor, tercihini yapıp onu evde bırakıyor ve Akmerkez'deki arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor. 

Aslında okuduğumuz "İki Genç Kızın Romanı" değil, Behiye'nin romanı. Behiye'nin yaşadığı bireysel ve toplumsal boğuntudan "kurtulma hissi"ni, arzusunu, belki de o arzuyla Handan'a gereğinden çok bağlanmasını anlatan bir roman. Behiye, içinde bulunduğu ruhsal/sosyal durumdan kurtulmak için her şeyi yapmaya razı, yeter ki sevdiği insanla yaşamasına izin versinler, dokunmasınlar. Bu romanda mutluluğu bozan, sevenleri ayıran marka gençliği/erkekleri oluyor. 

Hemen her şeyi Behiye'nin bakış açısıyla görüyoruz. Zaman zaman yazarın anlatımıyla Behiye'nin anlatımlarının karıştığını düşünmeden edemiyoruz. Belki de bu yüzden tipler derinleşmiyor. Yüzeysel bir bakışımız oluyor. İlk anda  yazarın bakışıyla, analiz gücüyle yazıldığını sansak da Behiye'nin ailesi de, Handan da, Handan'ın annesi de hep yüzeyde kalıyor. Hele Akmerkez gençliği hemen hiç anlatılmıyor. Öldürülmesi, yok edilmesi, Behiye'nin Handan'la ilişkisinden derhal çıkartılması gereken birer düşman olarak sadece dış görünümleriyle varlar.  

"İki Genç Kızın Romanı" mutlaka bir şeyleri anımsatmalı diyorsanız benim aklıma Thelma ve Louise değil Claude Chabrol'un La Ceremonie'si geldi. Behiye de bana sık sık o filmdeki Jeanne'i hatırlattı (Isabelle Huppert). Ondaki yüzeydeki durağanlığa karşıt olarak derinden derine işleyen, biriken şiddeti hatırlamadan edemedim.  Ama asıl çağrışımlar o unutulmaz Kemalettin Tuğcu romanlarından ve tabii Türk sinemasının unutulmaz salon filimlerinden, özellikle "Kezban"dan. Bu göndermelerin bilinçli ve özenle yapıldığını düşünüyorum. Esinlenme değil anıştırma var. Sanki Radikal'den gelen sadık okuyucusuna küçük küçük zarflar atıyor, sadece onların anlayacakları sorular soruyor gibi....    

Perihan Mağden, romanda, köşe yazılarından tanıdığımız üslubunu kullanıyor. Dilbilgisi kurallarını bozuyor ve kendince tekrar yapıyor. Bu anlatım biçimi Behiye'nin içinde bulunduğu ruhhalini daha iyi anlamamızı da sağlıyor. Üst üste yığdığı markalar, yer ve dükkan adları sanıldığı gibi romana ilgi uyandırmak için kullanılmış bir taktik değil bence. Aksine iki genç kızın yaşamlarını ve dolayısıyla onların halini anlamamız için gerekli. Çünkü günümüz gençleri markalarla konuşuyor, kullandıkları markalara göre insanları değerlendiriyor, önemsiyor ya da görmezden geliyor.  

Perihan Mağden, önceki iki anlatısı "Haberci Çocuk Cinayetleri" ve "Refakatçi" edebi anlamada kaydadeğer yapıtlardı ama kolay nüfuz edilir olduklarını söylemek kolay değildi. "İki Genç Kızın Romanı"nda ise sanki bir basitleştirme, kolay anlaşılır kılma çabası var gibi. "Çok okunacak roman kolay anlaşılmalı" gibi bir mantıkla mı bu tercih yapıldı, konu mu bu anlatımı getirdi anlaşılmıyor. Ama önceki kitaplardan daha farklı bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz kesin. Okunmaya, üzerinde düşünülmeye ve eleştirilmeye değer!... (2002)

Yorumlar