“Bizim sandığımız hayat bizim değil”


Mine Söğüt’ün yeni kitabı “Başkalarının Tanrısı” sisli bir İstanbul sabahında başlıyor. Bir iskelenin yanında durmuş sis nedeniyle vapurlar çalışmayınca işe gidememenin endişe ve telaşı içindeki insanları izleyen anlatıcı kahramanımız “Ben hep şimdiki zamandayım, onlar hep gelecek zamanda,” diye anlatmaya başlıyor.

Anlatıcı bir “şair”. Bir sabah işe gideceğim diye evden çıkıp evini, ailesini, işini terk etmiş, yani bütün sorumluluklarını geride bırakmış, sokak insanı olmuş. O günden itibaren sokaklarda yaşayacaktır Musa.

Şair Musa, vapurlara, karşı kıyıya, saraya, köprüye, camilere, martılara ve denizanalarına bakarak, “Bizim bakacak bir saatimiz, gidecek bir işimiz, faturalarını ödemekle yükümlü olduğumuz bir evimiz, başlarına bir şey gelmesinden korktuğumuz bir ailemiz, inandığımız bir tanrımız... yok mu gerçekten” diye sorar. Sorusuyla bizi romanın adına, tanrısı olmayanların hayatlarına bağlar.

Şair Musa şanslı bir sokak insanıdır. Kendi gibi insanların, sokakları mesken edinmişlerin, kader ortaklığı kuracağı kişilerin yaşadığı saray manzaralı izbe bir kahvehaneye sığınır. Ve tek tek yeni kahramanlar girer anlatıya. Bacakları dizlerinden kesik, eski fahişe, şimdi kâğıt mendil satarak dilenen Efsun Abla, Musa’nın ilk tanıdığı, gönül verdiği ve ona bu kahvenin yolunu bulduran sokak insanıdır.

Kahve güvenli bir sığınaktır onlar için. Şehirden korunmak için bu kahveye sığınırlar. Böylece kimsecikler fark etmeden yaşamlarını sürdürürler. “Bu kahve bize bazen bir rahim, bazen de bir mezar. Kuytusunda saklanıyoruz, çürüyoruz, kokuşuyoruz ama bir şekilde yaşıyoruz,” diye anlatır Musa.

Aslında yaşadığı Musa için bir paradokstur. Musa, evini, ailesini, işini terk etmiş, kimliğini belirtecek her türlü belgeyi yok etmiş, kendini sokaklara bırakmıştır ama sokaktaki yaşama karşı güvenli bir yer, güçlüklere karşı omuz omuza mücadele edeceği dostlar aramadan da edemez.  

Efsun Abla, kahvenin ocağını yöneten Adnan Abi ile tanıştırır onu. Adnan Abi, geçmişini belleğinden silmiştir. Kim olduğunu hatırlamadığını, hafızasını yitirmiş olduğunu söyler. Efsun Abla da şaşırtmacalarla, ani sorularla onun geçmişte kim olduğunu, neler yaptığını öğrenmeye, ağzından laf almaya çalışır.

Hülya, fahişelik yaparak kazandığı parayı uyuşturuculara harcayan genç bir kadındır. Adını Matruşka koyacakları çöpte bulunmuş bir bebek de hayatlarına katılınca ekip tamamlanır. Dördü yetişkin beş kişilik bir grupturlar artık. Ama “Başkalarının Tanrısı”nın kahramanları onlardan ibaret değildir. Bir kere onları ezmek, hatta görünmezlikleriyle yetinmeyip yok etmek isteyen şehir vardır. Koskoca İstanbul.  

Sonra “Kırların Hatçe”, “Ölü Komiser”, “Köpek Ahmet” ve “Devran puştu” vardır. Tabii bir de köpekler, özellikle genelevin ölümsüz köpeği Kebuz vardır. Efsun Abla onların öykülerini anlatır. Bu öyküler aynı zamanda onun yaşam hikayesini oluşturur.

Kendilerine göre bir düzen kurmuşlardır. Birisi dilenir, diğeri fahişelik yapar, öbürü hırsızlık… Akşamları da kahveye sığınıp gün boyu kazandıklarını paylaşır, birbirlerine öykülerini anlatırlar. Mine Söğüt metinlerarası bağlar kurmayı, göndermeler yapmayı sever. “Başkalarının Tanrısı”nın ilk bölümlerini okuyunca, bu bilgiyi de düşünerek aklıma Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın başrollerini oynadığı 1966 yapımı “Ah Güzel İstanbul” filmi geldi. O böyle bir bağ kurmuyor ama filmden unutulmaz bir sahne, Haliç sahilinde seyyar fotoğrafçı Haşmet İbriktaroğlu ile artist olmak için köyünden kaçıp İstanbul’a gelen Ayşe’nin sohbetlerini anımsadım. Senaryoyu yazan Ayşe Şasa ve Safa Önal kentle köy, doğu ile batı arasındaki kültürel çatışmayı filmin merkezine koymuşlardı. Mine Söğüt “Başkalarının Tanrısı”nda verili yaşam biçiminin dayattığı konformizmle insanın özgürlük arayışının yarattığı kültürel çatışmaya odaklanıyor. Musa gibi isteyerek ya da Efsun Abla ve Hülya gibi hayat şartları onlara buraya savurduğu için sokak insanı olanların dışarıdan bakışıyla aile, iş, ev üçgeninde kurulan güvenlikli ve “ideal” yaşam dayatmasını kahramanlarının ağzından sert bir şekilde eleştiriyor.

Biri kundakta bebek beş kişilik grubun yaşamı, yaşadıkları mahalleyle birlikte kahvenin de yıkılması ile tamamen değişiyor. Karnaval havası kabusa dönüşüyor. Artık sığınacakları bir çatı altı yoktur. Sokaklarda dolaşıp kendilerine barınacak yeni bir yer ararken şehrin gerçeklerini görmemizi de sağlarlar.

Onlar görünmez olmuştur. Yanlarından gelip geçen kentliler varlıklarını fark etmez, etse de aldırmaz, yoklarmış gibi davranır. Burada başka bir metinlerarasılık kurup Aylin Aslım’ın Sokak İnsanları şarkısını, “sokak insanları / kimse görmek / kimse duymak istemez / baştan kaybolanları kimse bulmak istemez” dizelerini anımsıyorum. Yoksulların, sokak insanlarının, en alttakilerin kendilerini koruyup kollayacak bir tanrıları yoktur.

“Başkalarının Tanrısı”nda Mine Söğüt, yarı gerçek yarı masal bir anlatı içinde, ironik bir dil ve sert eleştirel bir bakışla dünyanın düzeni, dayatılan yaşam biçimleri ve insanların varoluşu hakkında açık ve net sorular soruyor. (15.04.2022, Hürriyet Kitap - Sanat).

Yorumlar