BİR ROMANI ELEŞTİRMEK!….


Edebiyatla yoğun olarak ilgilenmeye başladığımdan beri esas ilgi alanım şiirin yanında eleştiri ve tanıtma yazıları da yazıyorum. 21 yıl önce ilk yayınlanan yazım da bir "eleştirel deneme"ydi. Büyük bir çoğunluğu dergi ya da gazete sayfalarında kalan yüzlerce yazı yazdım, Onların işlevlerinin yayınlanmaları ile, okuyucuya ulaşmaları ile bittiğine inandım. İlk yazım yayınlandığından beri de eleştirinin ve kitap tanıtma yazılarının işlevi üzerine düşünüyorum. Bir kere şunu açıkca belirtmem gerek, bence kitap tanıtma yazısı ile eleştiri apayrı şeylerdir. Kitap tanıtma yazıları, doğaları gereği kısa, az ve öz olmak zorundadır. Tanıtılan kitabı olabildiğince az sözcükle, boş laflara yer vermemeye çalışarak anlatmak, okuyucuya henüz okumadığı kitap hakkında fikir vermek en önemli görevidir. O nedenle de "bir başyapıt", "mutlaka okuyun", "çok kötü bir kitap", "okumaya değmez" gibi büyük yargıları içermemesi gerekir. Olabildiğince bu tür iddialardan, yargılardan kaçınırım. Öte yandan da kendi görüşüm olduğunu özenle belirtmeye çalışarak bazı yargılara da varırım. Bir kitap "bence" güzel, okunmaya değer olabilir. Bunu belirtmeye çalışırım. Ama beğenmediğim bir kitap hakkında bu tür yargı belirtmekten bile kaçınırım, ya o kitap hakkında hiç yazmam ya da olumsuz yargılarımı sivriltmemeye çalışırım. Kitap tanıtma yazıları okumaya özendiren bir yapıda olmalıdır. Yargılara varmak eleştirinin işidir ve ince eleyip sık dokunarak yapılmalıdır. 
Semih Gümüş, "Olmuş Bir Hayat, Olmamış Bir Roman" (Adam Sanat, sayı 187, Ağustos 2001) başlıklı yazısıyla Selçuk Altun'un "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir" adlı (Yapı Kredi yay.) romanı hakkında ilk satırdan başlayarak olumsuz görüşlerini bildirdikten, hatta "yazınsal değeri olmayan" bir roman dedikten sonra şunları yazıyor; "oysa dördü de şair olan, demek ki sözün, sözcüklerin ve dilin değerlerine benden daha sadık olmaları gereken Bedirhan Toprak, Nazmi Ağıl, Tuğrul Tanyol, Metin Celâl'in "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir" romanı için övgü dolu yazılarındaki düşüncelerini nereden çıkardıklarını anlayamadım. Selçuk Altun'un romanını dördü de beğenmiş…"
Semih Gümüş, sözlerine şöyle devam ediyor; "Yazık ki yalan yanlış bir edebiyat anlayışı, yapma beğeniler, sahicilikten bütün bütüne uzak değerlendirmeler… Onlara bu romanı bir kez daha okuyup yazdıkları üstünde düşünmelerini öneriyorum…"
Selçuk Altun'un romanı hakkında beğeni cümleleri yazanlar, söyleyenler sadece biz şairler değiliz. Şimdiye kadar da Semih Gümüş dışında bu romanı beğenmediğini yazana rastlamadım. Bu açıdan Semih Gümüş, sakin ve de "keyifli" bir anında, kendi kendine, bu romanı neden beğenmediğini ya da beğenmemeyi nasıl başardığını  sormalı. Bizlere önerdiğini yapmalı, salim kafayla romanı tekrar okumalı, yargılarında niçin yalnız kaldığı üzerinde düşünmeli.
Anlaşılan Semih Gümüş, eleştirmenlerin ya da kitap tanıtma yazarlarının bir romanı beğenmesini anlayabiliyor da şairlerin bir romanı neden beğendiğini kavrayamıyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi ben şiir dışındaki eserleri bir şair ya da şiir eleştirmeni olarak okumuyorum, o yüzden de eleştirmiyorum. Biraz estetik beğenisi olan, biraz edebiyattan anlayan biri olarak okuduğum, beğendiğim kitaplardan okuyucuyu haberdar etmeye, o kitapları onlarla paylaşmaya çalışıyorum.
Öte yandan, yıllardır çok ciddiye alarak şiir üzerine eleştiriler yazmama rağmen şiir eleştirmeni ya da şair olmayan birine, örneğin bir roman eleştirmenine, bir şiir kitabı ya da şair hakkında beğenisini yazdığında "o şiiri nasıl beğendiğini" sormak aklıma gelmedi. Benim alanıma tecavüz ediliyor duygusuna kapılmadım. Aksine, "roman eleştirmeni arkadaşımıza bugün düzyazıya yakın olan şiirler güzel görünebilir, onları beğenebilir, ama zamanla, daha fazla şiir okuyup, şiir beğenisini geliştirdikçe ortak noktalarımız çoğalacak, o da nerede hata yaptığını anlayacak" diye düşündüm. Herhalde fazla iyimserim.
Yazdığım kitap tanıtma yazısının "eleştiri" olarak kavranması, sadece beğeni sözcükleriyle dolu olduğu kanısına kapılınarak yargılara varılması doğrusu garibime gitti. Çünkü, yine daha önce yazdığım gibi edebiyat eleştirisi o kadar kolay bir iş değil. Elimden geldiğince nasıl bir roman eleştirisinden yana olduğumu yazmaya çalışacağım. Belki o zaman Selçuk Altun'un "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir" adlı romanını neden beğendiğim anlaşılır. 
Çağdaş eleştiri, ilk aşamada önyargısız bir okumayı gerektiriyor. Kesin sonuçlara değil, çıkarımlara varmayı öneriyor. Hiçbir roman tam anlamıyla "iyi", "güzel" ya da "kötü" diyerek, tek sözcükle yargılanmıyor. Hele böyle bir önyargı ile okunmaya başlayıp bu yargıyı desteklenecek kanıtlar aranmıyor.
"Eleştirel okumanın anlamlı sonuçlar alabilmesi için, ilkin önyargılardan kurtulmak ve iç karanlığımızı yenerek okumaya başlamak zorundayız. İnsanın, kendinde sakladığı karanlık noktaları aydınlatmadan, yazınsal metnin yapısındaki karanlık noktaları aydınlatması olanaksızdır."* Bu alıntıya Akşit Göktürk'ten bir alıntıyı eklemek gerekli; "Okuma edimi, başka bir yönüyle, okurun öznel geçmişi, şimdisi, geleceğiyle de ilgili oluyor böylece. Gerçekte her okur, kendi kişisel konumuna, duygusal yapısına, düşünsel yetisine göre yaşar bir metni. Bu açıdan, bir bakıma, her okur kendini okur metinde."
"Her okurun kendini okuduğu"nu bilmek eleştirmenin işini güçleştiriyor kuşkusuz. Çünkü o da bir "okur"dur ve onun yargıları da genel değil tekil'dir. "Beğendim" demesi kadar, "başarısız bir roman" demesi de o denli kişisel ve tartışmalıdır. Başarısız bulduğu bir romanın okur katında ilgiyle karşılandığını, hatta diğer eleştirmenlerce beğenildiğini görmek eleştirmeni şaşırtabilir, kızdırabilir. Oysa Akşit Göktürk'ün yazdıklarını hatırlasa sinirlenecek bir şey olmadığını anlayacaktır. Bir eleştirmen için 'iyi' olan, öbürü için 'kötü' olabilir. Beğeni değişkendir. Belki de günümüzde eleştirinin işlevi okuyucunun bir romanı daha iyi anlamasına, yorumlamasına yardımcı olmakla sınırlıdır. Terry Eagleton, boşuna "eleştirinin görevi yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır" dememiş. Şu yargıya da katılmamak olanaksız; "Eleştiri roman sanatının sırdaşıdır (bu yüzden ne yargılamaya, ne de yönergeler vermeye kalkışır): Romanın biçimsel örgenlerine sokuldukça anlamını da katlarına ayıracak, anlatının düzlemlerini çözerken, kendini de anlamlandıran bir düzey kuracaktır."
Roman bir edebiyat eseridir. Her edebiyat eseri de kurmacadır. Ama her kurgu kendi içinde bir tutarlılık, nesnellik gerektirir. Kurmacayı nesnelleştirip onu okur katında "inandırıcı" kılabildiğiniz gibi "nesnel dünyayı anlatarak" da yeni, kendinize özgü bir eser yaratabilirsiniz. 
"Roman nesnel dünyayı anlatamaz" diyerek neyi yadsıyoruz? Doğal olarak roman, yazarının süzgecinden geçip gelen bir dünyayı anlatır. Yoksa bir edebiyat eseri değil, sadece "belge" olurdu. 
Önemli olan "gerçeği dönüştürmek" midir, gerçeği yazar olarak kendi bakışıyla mı yansıtmaktır? "Gerçeğin" çok tartışmalı, kaygan zeminde olduğu bir dünyada, hiçbir yazarın sadece yazıyla gerçeği sanatına yansıtabileceğine inanmıyorum. Yazdığı sadece kendine has ve o an'lık bir gerçektir. İlk satırın, hatta sözcüğün yazıldığı andan itibaren "dönüşmüş"tür. 
"Yazarın vermek istediği anlamı"n da, okuyucunun okurken aradığı (varsayılan) "nesnelerin bildik anlamlarından başka anlamaları"n da neler olduğunu eleştirmenin bilmesi olanaksızdır. Yazarın neyi vermek istediğini, okurun neyi okumak istediğini aramanın ya da bilmenin eleştirmenin görevi olduğuna inanmıyorum. 
Eleştirmenin yaptığı, estetik ve edebiyat beğenisiyle donanımlı olarak, belli bir yöntem (ya da yöntemlerle) romanı kendince okumasıdır. Bu okuma serüveni sırasında romanla alışverisi de eleştiri çalışmasının/yazısının çekirdeğini oluşturur.
"Gerçeği ne kadar doğru anlatıyor?" sorusunun anlamsızlığı kadar, "Gerçeği ne kadar dönüştürmüş?" sorusu da aynı oranda bana anlamsız geliyor. 
Hele yazara neyi, nasıl yazacağını öğretmek eleştirmenin hiç işi değil. Eleştirmeye soyunduğu romanın her satırını anlamaya, yorumlamaya çalışan, anlayamadığında, yorumlayamadığında romancıyı suçlayan, "anlatamamış" diyen bir eleştirmenin yargılarına ne kadar güvenebiliriz?
Eleştirmen, okuduğu ve tabii eleştirmeye çalıştığı romanı sorgulama aracı olarak görüyor, eleştiri metnini ardarda yığıdığı sorularla ve onlara romanda bulduğu/bulamadığı cevaplarla oluşturmaya çalışıyorsa burada bir yöntem sorunu vardır. Sorun da romanda değil, eleştirmendedir. Eleştirmen kendi dünya görüşünü, estetik ve edebiyat anlayışını doğrulamak için romanı araç olarak kullanmaktadır. Bu anlayışa göre eleştirmen "tüm doğruların" sahibidir. Edebiyat eserini ve dolayısıyla yazarı bu "doğru"lara ne kadar varabilmiş diye sınamaktadır. Böylesi bir anlayışla yazılan eleştirinin, romancıya da okuyucuya da, eleştirmenin "yüce" düşüncelerini söz konusu roman aracılığıyla bir kez daha bildirmesi dışında bir yararı olmaz. 
Eleştirmenin kendine uygun gördüğü "her şeyi bilen adam" rolü ile bir romanı okuması ve yazdığı eleştirinin her satırında kendini haklı çıkarması bana boş ve yorucu bir çaba olarak geliyor. Bunun yerine, büyük düşünürlüğe soyunan eleştirmenimiz, romanları araç olarak kullanacağına görüşlerini içeren eserler verse daha iyi olmaz mı?  "O zaman ona eleştirmen diyemeyiz" dediğinizi duyar gibiyim. 
Bir romanı değerlendirmek, sürekli geçmişteki yapıtlarla onu karşılaştırmak değildir. Eleştiride bir açılım sağlanmak isteniyorsa geçmişin yanında geleceğe de bakmak gerekir. 
Eleştiri, yapıtla bağ kurmak, iletişime geçmektir. Daha baştan önyargılı olarak romana yaklaşırsanız bu bağı kurmanız, yapıtı eleştirmek bir yana anlayarak okumanız bile olanaksızdır. "Yazınsal inandırıcı"lığınızı da kaybedersiniz. 
Hele okuma/eleştirme sürecinde yerine getirmeniz gereken bir takım görevler olduğuna inanıyorsanız ele aldığınız romandan estetik ve edebi bir tad almanız olanaksızdır. Belki ödeviniz geçer not alır, görevinizi başarıyla yerine getirmiş olursunuz, ama o romanı okumuş bile olmazsınız, değil ki eleştirdiğinizi söyleyebilelim. Yaptığınız sadece iz sürmek ve suçüstü yakalamak için dedektiflik yapmak olur. 
"'Doğru'ları göstermek için üretilen bir eleştiri yazısını hoş karşılamak pek güç olur. Eleştiri, o kendisinin bile farkında olmadığı özgün yaklaşımlarını nesnesi karşısında sınar, fakat hiçbir zaman ele aldığı romanı sınamaya kalkışmaz."
Selçuk Altun'un "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir" adlı romanı hakkında bir eleştiri yazmış olsaydım, Semih Gümüş gibi öfkeyle masanın başına geçip yazmaya girişmeden önce şöyle bir geçmişte yazdıklarıma, örneğin Roman Kitabı'nın giriş yazısına bakar, o görüşlerle hareket ederdim. 
Yine de "alışılmamış bir serüveni, üstelik sürükleyici bir biçimde anlatan" bir romanın niçin "keyifle" okunamayacağını anlayamıyorum.   
* Tüm alıntılar için bkz, Semih Gümüş, Roman Kitabı (Adam yay. 1991).
(Kitaplık Dergisi, 2001)

Yorumlar