Leyla’nın Evi

Metin Celâl

Leyla’nın Evi (Remzi Kitabevi), Ömer Zülfü Livaneli’nin son romanı. Uzun zamandır çok satanlar listesinde. Roman bir giriş (önsöz)le başlıyor. Livaneli, İstanbulluların aslında birer göçmen olduklarını anlatıyor. Bu göçmenlik durumu da mülk sorunun beraberinde getiriyor. Livaneli bir tez de getiriyor; “Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini , tarlalarını, hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar” diyor ve ekliyor “Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi.” Leyla’nın Evi’ni yazma amacının da “hepimizin hayatına bir biçimde damgasını vuran bu mülk trajedisini anlatma fikri” olduğunu belirtiyor. Anlayacağınız yazar daha romanın girişinde bu tezini bize bildirerek, bir anlamda işi bizim anlayışımıza bırakmak istemediğini bildiriyor.

Roman, “Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı” cümlesi ile başlıyor. Üstelik üzerinde oturduğu da kahverengi deriden yapılmış sert bir valiz. Bu giriş biz okuyucuları hemen kendine bağlıyor ve romanın akışına kapılıyoruz. Yaşlı kadının kim olduğunu, orada ne yaptığını anlamaya çalışıyoruz. Aslında o kadının kimliği bize kitabın arka kapağında “Yalılarda doğmuş büyümüş bir paşazade, bir Osmanlı soylusu…” olarak tanıtılmış. “Büyük Hanım” ya da “Leyla” olarak çağrılmayı tercih eden bu kadın romanın baş kahramanı. Yalının hanımı. Mahallelinin saygı gösterdiği, sevdiği birisi. Elinde bir tapu olmasına rağmen yalının yeni sahiplerinin kendisini kapının önüne atıvermesini bir türlü hazmedemiyor. Orada kalakalmış.

Romanın ilk tesadüfü burada oluyor. Bir gazete muhabir olarak çalışan Yusuf olay yerine yollanıyor. Yusuf’un aslında yalının emektar bahçıvanının oğlu olduğunu ve Leyla’yla aralarında çok güçlü bir sevgi bağı olduğunu öğreniyoruz. Nedense yazar, Yusuf’un olayını ailesinden ya da mahalleden arkadaşlarından öğrenmesini değil de çok düşük olasılıklı bir tesadüfle olmasını yeğliyor. Romanın devamında da bir çok tesadüfe şahit olacağız.

Leyla için “akli melekelerinin yerinde olmadığına dair” bir rapor çıkartılmış, bu raporla bir “vasi” tayin edilmiş, vasi de Leyla’nın üzerine tapulu olan yalının müştemilatının satışını yalının yeni sahiplerine yapmış. Ama Leyla’nın ne rapordan ne vasiden, ne de satış işleminden haberi yokmuş. Yani ortada bir sahtekarlık var. Ama yalının yeni sahibi ünlü bir banka patronu olduğu için bu olayı Yusuf’un haber yapması önleniyor. Neyse ki bu tesadüf sayesinde Leyla, yerinden kalkmaya ve Yusuf’la birlikte onun evine gitmeye razı oluyor.

Yusuf’un Cihangir’deki evinde Roxy – Rukiye ile karşılaşıyoruz. Roxy’nin ikinci kahraman olduğunu hem giriş yazısından hem de arka kapaktan biliyoruz. “Rukiye-Roxy: Almanya’da doğmuş, seks modelliği yapmış bir hip-hop’çı…” Ve sessiz sakin, biraz da çekingen bir kişi olarak tanımlanan Yusuf’un sevgilisi. Leyla ile Roxy, ilk karşıtlığı simgeliyor. Leyla soylu, asil, görmüş, geçirmiş ve iyi insan. Roxy, “Alamancı”, kültürsüz, görgüsüz, eğitimsiz. Biri iyilik timsali, diğeri kötülük. Leyla, çökmekte olan bir soylu sınıfı, kültürel değerleri, ahlakı, erdemi ve sevgiyi simgeliyor.Roxy, sınıf atlamak, yükselmek isteyenleri, bu uğurda her şeyi yapabilecekleri, sevgisizliği simgeliyor. Öyle ki ilerleyen sayfalarda Leyla’nın Roxy’le arkadaşlık kurması insanlığıyla iyiliğiyle değil ancak kültürel nitelikleriyle, yabancı dil ve müzik bilgisiyle olabiliyor. Roxy’nin bir benzeri de yalının yeni hanımı Necla. İkisi de Leyla’nın kapının önüne konulmasından yana. Necla orta sınıftan geliyor ve bir banka patronunu karısı olarak sınıf atladığının bilincinde ve o hırsla herkese saldırıyor.

Romanda daha böyle bir çok karşıtlık var; eski İstanbullular ve yeni göçmenler, Boğaziçi yalıları ve yeni semtleri simgeleyen Cihangir, yalı halkı, dağlılar diye tanımlanan yalı hizmetlileri… Ak ve karayı net olarak ayırt etmemizi istiyor sanki yazar. Anlatım da klasikleri hatırlatan bir yapıda. Romana giren her yeni karakterin hayat öyküsünü mutlaka okuyoruz. Leyla’nın durumu, geçmişi, Roxy’nin yaşadıkları gibi bazı olaylar da sık sık tekrarlanarak okurun belleğine kazınıyor.

Sıra romanın üçüncü ana karakterine geliyor, arka kapak şöyle diyor; “Ali Yekta: Uşaklık kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir İstanbullu…” Ali Yekta ile ilk karşılaşmada bu tanımlamayla koşullanmış olarak “kaderini değiştirme ihtiras”ı hissetsek de ilerleyen sayfalarda aslında uşak da olsa Leyla gibi bir yalı sakini olduğunu ve o değerleri korumaya çalıştığını görüyoruz. Ali Yekta, emekli olup oğlunun yeni yalısına yerleşmek isterken bir sınıf atlama arzusunda değil aksine mevcut konumunu emekliliğinden sonra da koruma isteğinde. Örneğin oğlunun Necla gibi bir memur kızıyla değil, yalıda yetişmiş bir kızla evlenmesini istiyor. Çünkü yalıya yakışan o kızlardır.

Yalının da bir ana karakter sayılması gerektiğini düşünüyorum. Romanın büyük bir bölümünü, özlemle anılan Osmanlı dönemindeki yalı hayatı hakkındaki bilgiler oluşturuyor. Livaneli, yalı yaşamı hakkında kitaplar okumuş, onlardan esinlenmiş, zaten kitabın sonunda da bu kaynakları belirtiyor. Sorun, bu alıntıların – esinlenmelerin romanın anlatımıyla tam uyum sağlayamaması. Ansiklopedik ya da kitabi halleri var, alıntı oldukları belli oluyor.

Osmanlı’nın çöküşü, Cumhuriyet’in kuruluşu da yalı hayatı ekseninden anlatılıyor. Örneğin Atatürk’le ilgili anılar onun yalı ziyaretleriyle bağlantılı. O zamanın yalı sakinleri oluşturan Rumeli göçmenlerinin öyküsü Cumhuriyet’in kuruluşuyla da öyle bağlantılandırıyor. Cumhuriyetle birlikte “Dağlılar” Anadolu’dan gelmiş, bağdaki yalı sahibi Rumelileri kovmuştur. Yazarın tercihinin Rumelilerden ve yalı hayatından yana olduğunu anlıyoruz.

Türkiye tarihi açısından çok önemli olan Cumhuriyet’in kurulması, romanın çerçevesini oluşturan bir görünüm olarak kalıyor. Oysa Leyla’nın var olmasının temelinde bu dönüşüm sırasında yaşananlar var. Yazar daha başta romanını “mülk trajedisi” üzerine kurduğu için insanlık trajedisi ister istemez geride kalıyor. Romanın ana kahramanları olabilecek Handan ve sevgilisi İngiliz teğmen Robert Whitaker öyküleri anlatılıp geçilerek geri planda bırakılıyorlar. Tabii bu tercihtir, eleştirmiyoruz. Ama romanın tarihsel akışında bir sorun olduğunu düşünüyoruz; Anlatımdan (cep telefonu kullanılması vb) olayların günümüzde yaşandığını anlıyoruz, ama 80 yaşındaki Leyla Şapka Devrimi’ni hatırlayabiliyor. Çok fazla geriye dönüş bir süre sonra okuru romanın akışından kopartıyor. Romanın yarısını geçtiğinizde henüz hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz. Leyla evinden atıldığıyla kalmıştır.

Leyla ile Ali Yekta’nın karşılaşmaları da bir tesadüfle gerçekleşiyor. Hemen birbirlerinin yalı insanı olduğunu anlıyorlar. Aralarında sıcak bir hava oluşuyor. Ali Yekta’nın olaylara bakışı değişiyor. Olayları çözen, yalıya gittiğinde oğlu ve gelinin konuşmalarını dışarıdan duyan ve gelinin kendisini yalıda istemediğini anlayınca (nedense cebinde taşıdığı) babasından kalma revolveri çekip gelinini vuran Ali Yekta.

Sonra her şey mutlu sona doğru gidiyor. Leyla eski evine dönüyor. Roxy hamile kalıyor, iyi insan oluyor, kızına Leyla adını veriyor, kendi adını Rukiye yapıyor, Yusuf başarılı bir gazeteci oluyor.

Yorumlar