BELLEĞİN KIŞ UYKUSU

Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı Belleğin Kış Uykusu'nun (Agora Kit.) kahramanı "M, o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyan"ır. "Belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmişe benziyor"dur. Kahraman adını bile hatırlamamaktadır. Ayağının dibinde bir yolculuk çağrısı gibi küçük bir bavul durmaktadır. Bavulun üstünde sarı bir zarf vardır. Bir de divana atılmış gri bir takım elbise. Belleğindeki boşluk, hiçbir şey hatırlamaması ona zamanın, ıssızlığın ortasındaymış hissi verir.

Uyandığı ev belleğinde bir şeylerin canlanmasını sağlamaz. Evde ayna bulunmadığı için yüzünü, nasıl biri olduğunu da göremez. Ama belleğini uyarmak, geçmişi hatırlamak konusunda çok fazla ısrarcı da olmaz. Daha çok içinde bulunduğu halin nedenini kavramaya çalışır.

Sarı zarfın içinde bir tren bileti vardır. Tren bileti bir yolculuk çağrısı gibidir. Gara gidip, o trene binmeye karar verir. Nerede olduğunu bilmediği gara doğru yürürken de hiçbir şey tanıdık gelmez, "belleğini zorlamanın yararsız" olduğunu düşünür. Yolda karşılaştığı bir adama kafasına takılan soruları sormak yerine sadece garın yerini sorar. Nerede, ne zamanda olduğunu merak ettiğini söylese de bunları enine boyuna araştırmaz. Kaderine razı olmuş gibidir. Trene biner.

Burada durup, gereksiz merakları olan bir okuyucu olarak, "geçmişi olmayan, anısız bir güne uyan"sam ne yapacağımı düşündüm. Evde bulduğum bileti alıp gider trene biner miydim? Herhalde hayır. Bir rüya görüp görmediğimi, rüyada olup olmadığımı düşünürdüm önce. Rüya görmediğimi, rüyada olmadığımı anlayınca da insani olarak ilk kapılacağım duygu panik olurdu. Delirdiğimi düşünürdüm. Öncelikle evi iyice araştırıp belleğimi canlandıracağını umduğum her şeyi iyice inceler bir şeyler anlamaya çalışırdım. M'nin uyandığı odada gözüne çarpan yayıntının içindeki okunmuş gazeteler (s.1) herhalde ilk bakacağım şeyler olurdu. Yine de hatırlamaya başlamazsam gara değil hastaneye giderdim.

Evde hiçbir şeyi araştırmayan M, gara gitmek üzere sokağa çıktığında da aynı meraksızlıkla hareket ediyor. Araştırmıyor, sormuyor. Bu nedenle ilk sayfalarda roman kahramanı M'nin yaptıkları bana pek inandırıcı gelmedi. Belki düşle gerçek arası bir hava yaratılsaydı bu sorun çözülürdü ama anlatım oldukça gerçekçi bir üslupta. Aslında bazı şeyleri hatırlıyor bazı şeyleri hatırlamıyor. Birçok nesne onun için tanıdık, bildik. Daha çok hatırlamıyor diyebiliriz M’ye. Belleğini kaybetmiş biri olarak bu kadar sakin olmasını ve tabii "bir biletin peşine takılıp", gara gidip trene binmesini anlayışla karşılamamız kolay değil. Bunun bir gerekçesi olmalı. O durumda bir insanın böyle hareket etmesi söylediğim gibi inandırıcı gelmiyor. Çözüm, romanı uyanma sahnesinden değil de trende başlatmak olabilirdi. Romanın kahramanı bize uyanıp trene gelmesine kadar geçen zamanı fazla ayrıntıya girmeden anlatsaydı inandırıcılık sorunu bir nebze aşılabilirdi. Zaten romanın esas mekanı da tren.

Boş bir tren bu. Kişiler yavaş yavaş belirmeye başlıyor. İnsanın aklından geçenleri tahmin edebilen bir Palyaço ve oldukça yakışıklı ve kadınları hemen etkileyebilen bir adam olan Bay G, diğer ana karakterler. M, Palyaço'ya kuşkuyla bakıyor, onun her şeyi bildiğini, hatta süreç içinde trendeki her şeyi onun düzenlediğini ama gerçekleri açıklamadığını düşünüyor. Bay G'yi ise içten içe kıskanıyor, pek de sevmiyor. Bu üçlünün konuşmaları ana ekseni oluşturuyor. Hemen her sözleri birer vecize gibi. İnsanı insan yapan değerler hakkında tartışıyorlar. Daha sonra M'nin yaşayacağı ve hayal mi gerçek mi ayırd edemeyeceği olaylardan sonra da bu üçlü biraraya gelip ve tartışıyor. Antik Yunan'ın felsefecilerini hatırlatıyorlar.

M'nin çeşitli kompartımanlarda hayattan küçük parçalar olarak yaşadığı bu olaylar aslında belleğinin kış uykusundan uyandığının göstergesi. M'yi tanımaya, hayat öyküsünü parça parça da olsa onunla birlikte oluşturmaya başlıyoruz. M'yle birlikte hayatın anlamını bulmaya çalışıyoruz. Edebiyat bize ve M'ye "yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatlar hediye et"mekte. Çileli, acılarla dolu bir hayattır bu ya da sadece acı dolu anılar canlanmaktadır bellekte. Belleğinin uyanması ile birlikte M gençleşmeye de başlıyor.

Bay G'nin aslında M'nin yaşamak isteyip de yaşayamadığı şeyleri bu tren yolculuğunda yaşadığını görüyoruz. M ile G'nin durumları acıyla tatlı, mutlulukla mutsuzluk gibi. Tüm güzellikler ya da arzulananlar G'nin hayat öyküsündedir sanki. M'nin hatırladıkları acılar ve G'nin hatırladıkları mutlu anlardır.

Sonunda tren büyük bir istasyona gelir. M, sürekli hatırlamak durumunda kaldığı acılardan, bu yorucu yolculuktan kurtulmak amacıyla bu istasyonda iner. "Sadece mutlu insanların yaşadığı, ağlamanın bilinmediği, gözyaşının arka bahçeye düşen meteor kadar şaşkınlık yarattığı, gölgesiz bir kent" gibidir indiği istasyon. Zaman durmuştur, geçmez.

Mutluluk İstasyonu'dur burası. Sürekli yaşandığında pek de keyif vermez. Sürekli mutsuzluk hali insana böyle bir duygu mu veriyor bilemiyorum. Ama parça parça anılarından mutsuz, acılar içinde biri olduğunu anladığımız M mutluluk halinden rahatsız olur. Trene, geçmişinin ve geleceğinin olduğu yere dönmeye karar verir. Tren yolculuğu devam eder, parçalar yavaş yavaş yerini bulur. M'nin tüm geçmişi belleğinde canlanmıştır. M bir seçim yapmak durumundarır artık. İsterse kaderini değiştirebilecektir. Çektiği acıları geri verecek karşılığında düşlediği hayatı alacaktır. İçinde hiç acı olmayan, sadece mutlu olunacak bir hayattır, Bay G'nin imrendiği hayatıdır bu. M, maziyi yaşamıştır, G de onun geleceğini…Ve ona, son istasyona gelene kadar bir deneme yapma, Bay G gibi bir hayatı yaşama şansı verilir. Bir çeşit cennette yaşayacaktır. Yapmak isteyip de yapamadığı her şeyi yapabilecek, özellikle birlikte olmak isteyip olamadığı tüm kadınlarla düşlediği aşkı yaşayabilecektir.

Hoş ama boş bir hayattır bu. Güzel yemekler, boş sohbetler, yerli yersiz bir neşe, iki cins arasında kolayca kurulan ilişkiler… Hiçbir şey yapmazlar aslında ve her gün aynı şeyleri yinelerler; yemek, içmek, yatmak. Magazin dergilerinde, programlarında gördüğümüz ama içeriğini bilemediğimiz mutlu hayat. O hayatın görünen yüzü. Geçmiş ve gelecek yoktur, sadece şimdiki zaman vardır ve hiçbir şey değişmez. Çünkü "değişiklik mutluluğun düşmanıdır." Aslında sahte, yapmacık bir cennet. Erdemler, adalet, sanat yok. Tam anlamıyla bir belleksizlik önerilmektedir M'ye. Anlaşılan yazar, kahramanın geriye, acılarla dolu hayatına dönmesi için canlandırmıştır bu görüntüyü.

İçinde hiç acı olmayan, mutlu bir hayat anlatılanlardan mı ibarettir? Tartışmaya değer. Ama kitap boyunca insanı var eden tüm değerleri, kavramları tartışan yazar bu tartışmaya girmez, aksine kahramanı M'yi geri dönüşe hazırlar, yönlendirir. M de maziye, kendi acılarla dolu hayatına döner. Çünkü, insan acılarıyla varolur ve herkes kendi hayatını yaşayacaktır.

Belleğin Kış Uykusu, Mehmet Eroğlu'nun insan hayatının temel değerlerini tartıştığı, acı ve mutluluk gibi temel kavramlardan yola çıkarak hayatı sorguladığı romanı. Bu varoluşsal sorgulama felsefi bir tartışmayı içeriyor. Bu tartışma o denli yoğun ki, yazar sık sık edebi kaygıları bir yana bırakıp felsefenin büyüsüne kapılıyor. Edebiyatla felsefe arasındaki sınır felsefenin lehine bozuluyor. Bunun da nedeni sanıyorum, kahramanların sık sık olayların akışını bozma pahasına uzun diyaloglarla felsefi tartışmalara girmesi. Bu nedenle roman okuduğumuzu unutup yazarın felsefi önermelerini tartışmaya başlıyoruz, bu da edebi metinden kopmamızı getiriyor. Ne olacağını değil, neyin tartışılacağını merak etmeye başlıyoruz. Çünkü sayfalar ilerledikçe anlatılan olayların belli kavramları tartıştırmak amacıyla romanda yer bulduğu hissi ağır basmaya başlıyor. Trendeki kompartımanlarda yaşananlar romanın yapısının da kavramları tartışmak amacıyla oluşturulduğunu düşündürüyor.

Mehmet Eroğlu, usta bir romancı, iyi bir anlatıcı. Önceki romanlarının hep sıkı olaylar örgüsüne önem veren akıcı bir anlatımı vardı. Belleğin Kış Uykusu'nda tercihini olaydan çok tezden yana yapmış. Alıştığımız anlatım tekniğini, hatta gerçekçi bakış açısının temelini oluşturan zaman, mekan ve karakterlerdeki belirginliği bilerek ihmal etmiş. Romancılığının tüm temel taşlarından bilerek kaçınmaya çalışmış. İlginç bir deney. Mehmet Eroğlu, Belleğin Kış Uykusu'nun mevcut metnini kendine has yazma anlayışıyla yeniden ele alsa nasıl bir sonuç alırız doğrusu merak ediyorum.

Yorumlar