FATMA ALİYE: UZAK ÜLKE

Fatma Aliye, ilk kadın Türk romancısı. 1862'de doğmuş. Tanzimat döneminin ünlü devlet adamı, hukukçu ve tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı. İslam felsefesi, matematik dersleri almış, kimyayla ilgilenmiş, Arapça ve Fransızca öğrenmiş. Fransızca'dan yaptığı çevirilerle edebiyat alanına girmiş. Yaşadığı dönemde, Türk kadınlarının yazı yazması ayıp sayıldığı için ilk çeviri ve yazılarında takma isimler kullanmış. 1890'dan sonra yazılarını kendi adıyla yayınlatmaya başlamış. Kendi adını ilk kez 1892 yılında yayınlanan Muhadarat adlı romanında kullanmış. Dönemin önemli yazarlarından Ahmet Mithat Efendi'nin ilgisini çekmiş. İlk romanı Hayal ve Hakikat'i Ahmet Mithat'la birlikte yazmış. Yazarlığının yanında toplumsal hayatta da aktif rol oynamış. 1867 Türk - Yunan Savaşı’nda yaralılara yardım etmek amacıyla Tercüman - ı Hakikat’te yazdığı makaleler aracılığıyla çok miktarda yardım malzemesi temin etmiş. Ard arda gelen ve Osmanlı İmparatorluğu'nu sarsan savaşlarda toplumsal sorumlulukla davranmış. 1908 yılında bilinen ilk resmi kadın derneği Cemiyet - i İmdadiye adlı yardım derneğini kurmuş. Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin ilk kadın üyesi olmuş.

Eserleri Almanca, İngilizce ve Arapça’ya çevrilmiş. Arap, Amerikan ve İngiliz gazetelerinde hakkında çok sayıda yazı yayımlanmış. 1914’te son eseri ‘Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı’nı yayınlatmış. Ahmed Midhat Efendi, onun hakkında “Fatma Aliye Hanım, Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu” (Sel Yayınları) adlı bir eser yayınlatmış. Son on yılı, Hıristiyanlığı seçtikten sonra yurtdışına çıkan ve bir daha ailesiyle ilişki kurmayan kızını bulma çabalarıyla geçmiş. 1936’da bitmeyen bu acıyla ölmüş.

Fatma Aliye Hanım'ın hayatı roman gibi denilen hayatlardan. Mücadelelerle, acılarla, üzüntülerle geçen bir ömür. Bir kadının toplum içinde kendi başına varolmakla kalmayıp tüm kadınların da aynı haklara erişmesi için mücadele eden sembol bir kişi. Fatma Aliye hakkında yapılmış pek fazla araştırma yok. Bu nedenle, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu'nun Fatma Aliye: Uzak Ülke (Timaş yay.) adlı kitabı, ilk Türk kadın romancımız hakkında yazılmış ilk biyografik roman olması nedeniyle ilgimi çekti.

Fatma Aliye: Uzak Ülke, iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde Fatma Aliye Hanım'ın hayatını doğumundan başlayarak okuyoruz. Barbarosoğlu, daha romanın ilk sayfasında "mümin bir âlime"nin portresi çizeceğini bildiriyor. Buradaki "mümin"liği sık sık vurguluyor. Ayırdedici özellik olarak görüyor. Ama biz okur olarak, romanın sınırları içinde bile kalsak Fatma Aliye'nin müminliğinin dönemin diğer kadınlarınkinden ne farkı olduğunu anlayamıyoruz. Ne de olsa 1860'lardan söz ediliyor. Evlerde bile haremlik-selamlık yaşanan, kadının evlerin harem bölümüne fiili olarak hapsedildiği, evde bile söz haklarının olmadığı o dönemde Fatma Aliye bana yaptıklarıyla "ilerici" olarak görünüyor. İnanmış, iman etmiş, dolayısıyla verili hayat biçimini kabul etmiş biri değil. Aksine verili olan bilgiyi kabullenmeyen, soran, sorgulayan yapıda. Daha çocuk yaştayken evin selamlık bölümüne geçiyor ve hayatının büyük bir bölümünü orada erkekler arasında geçiriyor. Babasının kahvecisiyle de, eve konuk gelen İngiliz Konsolosuyla da konuşuyor, "kısacık sorup uzun uzun dinliyor". Daha beş yaşındayken ağabeyine ders vermeye gelen öğretmenleri dinleyip kendi kendine okumayı yazmayı öğreniyor. Fransızca'yı da aynı şekilde kitaplardan dergilerden kendi kendine çözüyor. Babası entelektüel bir kişi olmasına rağmen kızının önünü açmıyor ama o istediği, talep ettiği zaman da engellemiyor. Özel öğretmenler tutuluyor. O dönem tasvip edilmese de öğretmenlerin bazıları erkek. Fatma Aliye, okuyor, öğreniyor, eğitilmeyi talep ediyor ve istediklerini de mücadele ederek elde ediyor.

13 yaşında ilk gençliğini yaşarken de erkek toplumundan soyutlanmıyor. Annesi ve ağabeyi ile Yanya'ya babasını ziyarete giderken gemide ailenin tercümanı oluyor, insanlarla tanışıyor, konuşuyor, sohbet ediyor.

16 yaşındayken babasının isteği ile Abdülhamit'in Kolağası Faik Bey'le evleniyor. "Faik Bey, kitap okumayı sevmediği gibi, kitap okuyan kadınları da sevemeyeceğini ima etmiştir." Fatma Aliye, kocasına baş kaldırmıyor, kavga çıkartmıyor. Gizlice yazıyor, Fransızcasını kaybetmemek için çeviriler yapıyor. On bir yıl sonra da kocasını roman ve çevirilerini yayınlatmak konusunda ikna ediyor. İlk çevirisi, George Ohnet'nin Volonte'sini yayınlatıyor. Yine de tedbiri elden bırakmıyor, çevrisini "Bir Kadın" diye imzalıyor. Bu bile olay yaratıyor. Bir kadının Fransızca'dan çeviri yapabileceğine inanılmıyor. İlk romanı yayınlayınca şaşkınlık iyice artıyor; bir Türk kadını roman yazmış!

Bu şaşkınlığın nedenini anlamak için Nüket Esen'in "Osmanlı’da Bir Kadın Romancı" adlı makalesine başvurmakta yarar var; "Üstelik bu dönemde batıda bile kadın yazarlar zorluk çekmekte, yazdıkları romanları kendi isimleriyle yayınlayamamaktadırlar. Meselâ İngiltere'de ondokuzuncu yüzyılda bazı kadın yazarlar ya George Eliot gibi erkek ismi almakta, ya da Jane Austen'in yaptığı gibi Curor Bell gibi cinsiyeti belli olmayan isimlerle yazmaktadırlar. Bu yüzden Fatma Aliye hanımın "Bir Kadın" imzasıyla yayınlanması hiç şaşırtıcı değildir. Üstelik adını zikretmemekle birlikte o eseri yazanın bir kadın olduğu da gizlenmemektedir."
Volonte çevirisi çok sevdiği babası ile aralarında yepyeni bir bağ kurulmasını sağlıyor. Ahmet Cevdet Paşa, kızının bilgi ve kültürünün farkına varıyor, onu ciddiye almaya başlıyor. Fatma Aliye'ye felsefe dersleri veriyor, fikir alış verişinde bulunuyor.

Fatma Aliye'nin Fransızca'dan roman çevirmesini taktir eden bir kişi de dönemin en önemli yazarlarından Ahmet Mithat Efendi'dir. Fatma Aliye: Uzak Ülke'den Fatma Aliye Ahmet Mithat ilişkisi hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz. Belki de bu nedenle, ağabeyinin bu ilişkiye karşı çıkışını, yine de ikisinin mektuplaşmalarını da, ortak yazdıkları Hayal ve Hakikat'i de anlatılmıyor. Sanıyorum, Barbarosoğlu'nun kitabın ilk sayfasından itibaren kurmaya çalıştığı "mümin kadın yazar" portresine uymayan bir durum bu. Aynı şekilde, Fatma Aliye'nin toplumsal çalışmalarına, kadınları örgütlemesine de pek itibar etmiyor. Savaşanlara yardım çabalarını hamasi bir dille anlatıyor ama Cemiyet'i İmdadiye'nin kurulması bir iki puslu satırla geçiştiriliyor. Gazetelerde yazı yazmasından, hele Kadınlara Mahsus Gazete'den, başyazarlığından söz bile etmiyor. Ama Fatma Aliye'nin kadınların gelişeceğim diyerek başlarını açmalarını onaylamadığını belirten ve "Kadınların en şiddetle müdafaa edecekleri şeyin başlarının örtüsü olduğunu anlamalılar" diye biten paragrafını alıntılıyor. Bir kaç sayfa ileri de de Fatma Aliye'ye bir yabancı gazeteciye "Resmim yok, hiç çektirmedim" dediğini okuyoruz. 1900'lerin başında hemen her kadın baş örtülü iken Fatma Aliye'nin bu düşüncede olması normal değil mi? "Daha genç kızken bisikletli fotoğraf çektiren kimdi? O fotoğraftaki genç kızın başı açık değil miydi?" diye düşünüyorum. Baş örtüsünü savunan bu alıntının romanın ikinci bölümünde nereye bağlandığını görünce niyeti anlıyorum. Nüket Esen'in "Hayatında olduğu gibi metinlerinde de isyan etmekle boyun eğmek arasında sıkışmış gibidir. Sanki gerçekte de iki Fatma Aliye vardır: Biri karşı çıkan, diğeri boyun eğen Fatma Aliye" yargısına uyarsak Barbarosoğlu "boyun eğen Fatma Aliye'yi" yazıyor.

Fatma Aliye'nin saltanatın kaldırılmasını onaylamadığı, Padişahı yıkmak geçmişi yıkmaktır diye düşündüğünü, Türkçe dua edilmesine karşı çıktığını, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesini benimsemediği için yazmayı bıraktığını yazıyor Barbarosoğlu. Ben, yazmaktan uzaklaşmasında kızının hıristiyan olup yurtdışına gitmesi ve ailesi ile ilişkisini kesmesinin yarattığı psikolojinin etkili olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet'le ilişkisini de, romanın ilerleyen sayfalarında Fatma Aliye, Mustafa Kemal'in eşi Latife Hanım'a kutlama mektubu yazarak gösteriyor.

Fatma Aliye bir tezi anlatmak, savunmak için araç oluyor, muhafazakar bir kimliğe büründürülüyor. Barbarosoğlu, muhafazakâr bir yazar. Bakış açısıyla da, diliyle de öyle. "Tefe'ül etmek", "idame-i hayat", "vakt-i zaman", "namını tebcil ile yada mecbur", "fikrin ziyası", "terekkiyat ve tesettür" gibi sözcükleri bolca kullanıyor. Ağdalı, Osmanlıca ağırlıklı bir dili var. Romanın kahramanını da kendi gibi görmek istiyor, o dille konuşturuyor. Hatta son bölümden anladığımız kadarıyla kendinin toplumda muhafazakâr bir kadın olarak varolma mücadelesi ile özdeşleştiriyor, rol model olarak alıyor. Burada tek sorun, roman konusunun yaşamış bir kişi, ilk Türk kadın romancısı, bir kadın hakları savunucusu, bir ilerici olması. Fatma Aliye’nin gerçek yaşam öyküsü Barbarosoğlu’nun romanda çizdiği portre ile uyuşmuyor, hatta ters düşüyor. Fatma Aliye’nin niteliklerini görmezden gelip onu "Osmanlı'nın muhafazakar kadını" olarak anlatırsanız niyetiniz sorgulanır. Bence, Barbarosoğlu, bu romanla "Fatma Aliye'ye, herkese uzak iken kendine yakın olan meslektaşına haksızlık etmiş”.

Yorumlar