AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR

"Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler" denirmiş Çingene lanetinde. Ayşegül Devecioğlu, yeni romanı Ağlayan Dağ Susan Nehir'in (Metis yay.) ilk sayfasına almış bu sözü. Ne kendi halkından ne de diğerlerinden olmadan bu dünyadan göçüp giden, kendi kimliğinden kaçmaya çalışan bir Çingenenin hikayesini anlatacağını söylüyor yazar.

Naciye Abla'nın hikayesi aynı zamanda göçerlikten yerleşikliğe evrilen Çingenelerin de hikayesi. Anlatıcı bu hikayeyi, adı eskiden "Ağlayan Dağ" anlamına gelen bir Balkan kasabasından anlatıyor. Yani Naciye Abla'nın hikayesini ikinci elden, bir dış göz yardımıyla okuyoruz. Yazarın bir aktarıcı olarak konumlanması yabancılaşma duygusu yaratıyor. Aynı zamanda da yazara bir kolaylık sağlıyor, klasik roman yapısına sadık kalmadan, anlatımda bir doğrusallık izlemeden bir anlatı kuruyor. Çünkü Naciye Abla tüm hikayeleri yalanla gerçeği birlikte yoğurarak anlatıyor. Bu Çingelenelerin kendilerini savunma mekanizmaları, hiçbir zaman tam anlamıyla doğruyu söylemiyorlar. Gerçeği anlatmak yerine dinleyicileri nasıl hikayeler bekliyorlarsa öyle hikayeler anlatıyorlar. Bu öyle bir alışkanlık ki, hemen her konuda karşılarındaki dinleyiciyi memnun etmek için yalan söyleyiveriyorlar. "Yalan", sürekli değişen hikayeler, anlatıcı açısından gerçeğe ulaşmada önemli bir engelse de bir yandan da anlatının çekiciliğinin kaynağı da oluyor. Naciye Abla'nın hikayesi devamlı değişiyor, gelişiyor ya da farklılaşıyor.

Naciye Abla'nın kimliğinden kaçmaya başlaması, anlatıcının ailesinin yanında çalışmaya başlaması ile birlikte gelişen bir süreç. İyi, dürüst ve eğitimli insanlardan oluşan bu aile bilerek ya da bilmeyerek kendi değerlerini Naciye Abla'ya aşılıyor; "her davranışımızla aramızda barınabilmesinin, sevgi görebilmesinin tek yolunun bize benzemek olduğunu ima ediyorduk. Var gücümüzle onu değiştirmeye çalışıyorduk". Bu yerleşik Türk ailesinin tüm alışkanlıkları, gelenekleri aslında Naciye Abla'nın Çingene kimliğine aykırı. Ama bu aileyle birlikte yaşaması, dolayısıyla toplum içinde varolması için onların değerlerini kabul etmesi, en azından kendi kimliğini elinden geldiğince silip yok etmesi gerektiğine inanıyor, öyle davranıyor; "göbek atmıyor, pembeyi hiç sevmiyor, annem gibi mavi ve lacivert renklerini beğeniyordu. Yalnızca Klasik Türk müziği dinler, Türk filmlerini tıpkı annemle babam gibi çok saçma bulur, yabancı filmleri anlam veremediğimiz bir imanla seyrederdi." Naciye Abla, ne denli uğraşsa da kendini değiştirmeyi başaramıyor, sonuçta aile içinde o Çingeneliği ile seviliyor. Anlatıcımız da küçük bir kızken Naciye Abla'nın ellerinde, onun masalları ile büyürken onun alışkanlıklarını ediniyor; Sıkıldıkça eşyaları bir odadan diğerine taşımak, batıl itikadlar, otlarla yemek yapmak, pılı pırtı toplamak, bohça yapıp göç etmek, hayatını korumak için yalan söylemek…

Naciye Abla'nın anlattıklarının ne kadarının doğru olduğuna karar veremeyen anlatıcı, gerçek hikayeye ulaşmak arzusu ile Edirne'ye Çingene mahallesine gidiyor. Amacı, orada yaşayıp ölen Naciye Abla'nın hikayesini yakınlarından dinlemek. Burada anlatıya ansiklopedik Edirne bilgileri ve Edirne Çingeneleri hakkında yazılmış bir kitap giriyor. Yani anlatıcı gideceği yer hakkında bir araştırma yapıyor ve bunları bizimle paylaşıyor. Edirne ve mahalle hakkındaki gözlemlerini de paylaşıyor. Böylece anlatı romandan belgesele doğru kayıyor. Anlatıcı, mahallede bulunduğu süre boyunca da bir çok sosyolojik gözlem yapıyor ve biz okurlarla paylaşıyor.

Çingeneler sırlarını yabancılara açmayı sevmiyor. Anlatıcımıza karşı da çok farklı davranmıyorlar. O bir misafirdir ve gönlünün hoş tutulması, gerçeğin değil beklediği gibi hikayeler anlatılması gerekmektedir. Anlatıcı bu durumu "Çingene'nin yalan tiyatrosu" diye adlandırıyor. Kitap boyunca, hemen her hikayeyi anlatmaya başlarken de Çingenelerin bu özelliğine vurgu yapıyor. Sanki yanıltıldığının farkında da bari okurlar yanılmasın demekte. Çingenelerin kendi varlıklarını korumak amacıyla uydurdukları masallar, efsaneler, mitler ve gelenekler ne kadar yalan olsa da bir yanıyla da gerçekleri barındırır içinde. Tam olmasa da hayatlarının kapısı aralanır anlatıcıya. Yerleşikleşmiş çingenelerin neler yaşadıklarına şahit oluruz. Asıl lanet şimdi yaşanmaktadır. Göçebelik değil yerleşikliktir Çingene'nin düzenini bozan, kimliğini yitirten ve nihayetinde asimile eden.

Ayşegül Devecioğlu, zaten kırılmalarla ilerleyen anlatıyı sonuna doğru, üçüncü bölümden başlayarak kasti yaptığını düşündüğüm bir hareketle tekrar tekrar kırıyor. Anlatıyı yazdığı/anlattığı Balkan kasabasında yaşadıkları, eski arkadaşı Ekin'le karşılaşıp Çingeneler hakkındaki sempozyuma katılması, Kakava şenlikleri, birbirine eklenen masallarla gelişen anlatıyı romanlıktan çıkartıp anıya, edebi gezi yazısına doğru evrimleştiriyor. Roman olmanın gerektirdiği yapı kurulmuyor.

Kitabın dördüncü bölümü, "Darbukacı Ördek ve Bisiklet Hırsızlarını" anlattığı yerden itibaren başlı başına bir roman olabilecek nitelikte. Basri'nin sinema tutkusu, Çirkin Kral Yılmaz Güney'e bağlılığı, onu hapisten kaçırma planları, filmlerde küçük roller kapması, devrimci bir örgüte katılması, nihayetinde oğlunu almak amacıyla Maraş'a gitmesi ve 1978 Maraş Katliamı'nın ortasına düşmesi daha ayrıntılı olarak ele alınıp anlatılsaydı iyi bir roman olurmuş.

Bu bölümde küçük bir ayrıntıya takıldım. Anlatıcı zamanın sağ örgütlenmesini "Türkeşçiler" diye niteliyor. Oysa o zaman çok daha net ve keskin bir ayrım vardı; Solcular sağcılara göre "Komünist"ti, sağcılar solculara göre "Faşist". “Türkeşçi” diye bir sıfat hiç duyulmadı. En nazikanesi "Ülkücüler"dir ki, bunu sağcılar kendileri için söylerlerdi. Yine, Maraş Katliamı sırasında Alevi mahallesine ve ardından Çingene mahallesine saldıran caniler "Başbuğ Türkeş" diye bağırıyor anlatıcıya göre. Bu da bence, inceltilmiş, yumuşatılmış bir slogan, doğrusu "Kahrolsun Komünistler!", "Komünistler Moskova'ya!" gibi sloganlardır. Camilerden çıkan halkı birleştirmek için de “Başbuğ Türkeş” diye bağırmak yerine tekbir getirmeyi tercih etmişlerdi.

Ağlayan Dağ Susan Nehir, ne kadar roman, ne kadar anlatı, ne kadar izlenim ya da belgesel diye aldırmadan okunması gereken bir kitap. Biçime takılırsak pek fazla ilerleyemeyiz. Üzerinde çalışılsaydı en az iki roman çıkacak bir malzeme. Ama yazar tercihini yazdıklarını böyle bırakmak yönünde kullanmış. Romanla denemenin, romanla düzyazının birlikteliği… Ağlayan Dağ Susan Nehir, "ben Çingene'yim, sana yalnızca duymak istediğin hikayeyi anlatırım" diye söze başlayanların geçmişten bugüne, göçebelikten yerleşikliğe evrilen yaşamlarını tanımak için iyi bir vesile.

Yorumlar