AŞK HASTALIĞI

Aşkın bir hastalık olduğuna inananlar var. Bunu bazı hekimler de kabul ediyorlarmış. Herhangi bir hastalık gibi tutulup bir dönem etkisinde kaldıktan sonra aşktan kurtulmak mümkünmüş. Tabii her hastalık gibi kronikleşen, kalıcı olan biçimleri de vardır. Aşkı bir hastalık olarak kabul edince nasıl başladığını, nasıl geliştiğini ve sonunda nasıl üstesinden geldiğimizi de izah edebiliriz. Niçin âşık olduğumuzun tıbbi bir açıklaması da olabilir. Levent Mete, "Aşk Hastalığı"nda (Can yay) hastalık mı temel bir duygu mu bilemediğimiz bu hali anlatıyor.

"Onu gördüğüm anda içimde bir şey kırılmış gibi oldu" cümlesi ile başlıyor roman. Erkek kahraman Engin'in kendi kendini âşık etmesini izliyoruz. Karşısında karşılık veren bir kadın yok. Her şey kendinde gelişiyor. "Aylardır, bir kaç haftada bir karşılaşıyoruz. Her seferinde tuhaf çağrışımlar uyanıyor. Sarsılıyor, ne yapacağımı bilemiyor, görünmez bir duvara çarpmış gibi oluyorum. Arada boş bulunup selam vermek üzereyken, tutuyorum kendimi" diye anlatıyor. Bir keresinde peşine takılıyor. Bir başka kez karşılaşıyorlar, kadın ona bakınca utanıyor, görmemiş gibi yapıyor. Bir tür platonik aşk, hatta oraya kadar varmayan bir ilgi. Engin, bir gün kadınla bir pastanede karşılaşıyor. Bu ilgiyi büyütmeye karar veriyor. Kadını durdurup konuşmayı kuruyor. Kadının peşine düşüyor, evinin kapısına kadar izliyor. Ve tam apartman kapısında durdurup "Size âşık oldum" diyor.

Kadın, Engin'e, bu hareketinin hoş olmadığını söylüyor. Evli olduğunu, bir çocuğu olduğunu anlatıyor. Gitmesini, kafasını toplamasını öneriyor. Engin, "Ben de evliyim" diye cevaplıyor.

Engin, orta yaşta, mutlu bir evliliği olan bir mimar. Güzel bir karısı, babalarını çok seven ikiz kızları var. Evine bağlı. Çapkınlık yapan arkadaşlarını hoş karşılamıyor. Hali vakti de yerinde. Evi, arabası, yazlığı ile orta sınıfın biraz üstünde bir yaşamı var. Her şey yolunda gidiyor derken kendi kendini âşık etmesini anlamlandıramıyoruz. Bir anlık heves mi? Yoksa derinlerde bir şeyler mi var Engin'i böylesi bir maceraya sürükleyen?

Levent Mete, hikayesini iki kahramanın ağzından ayrı ayrı anlatıyor. Romanın kadın kahramanı Esra'nın da dışarıdan bakınca hayatı yolunda gidiyor. Ama onun pek mutlu olduğu söylenemez. 16 yaşında psikolojik hastalığı olan bir oğlu var. Kendinden yaşça büyük kocası ile de pek anlaşamıyor ama düzenleri bozulmasın diye sesini çıkartmıyor. Kocası hem kıskanç bir adam, hem de çapkın. Bir gecelik, kısa süreli ilişkilere giriyor.

Esra'nın anlatımından Engin'in kendisini izlediğinin farkında olduğunu anlıyoruz. Evli bir kadın olarak yapması gerekenleri yapıyor ama bir yandan da izlenmekten, gizli hayranı olmasından hoşlanıyor. Çünkü kocasıyla aralarında varolan sevginin kaybolduğunu, bunun yerine bir şeyler koymak gerektiğini düşünüyor. Bir yandan da "Sorunlarım var ama yaşadığım hayatı seviyorum" diyor.

Aşk Hastalığı'nın iki kahramanın da kaybedecek şeyleri var. Yaşananın aşk olduğu bile henüz şüpheliyken bir heves, bir macera için her şeyi feda etmeye değer mi? Burada bir ikilem var. Aile hayatı bir yanıyla özenilen varılmak istenen bir yer gibi görünse de yapısı itibariyle zamanla rahatsız ediyor. İyi bir eş, çocuklar, güvenli gelir, ev, araba, alış veriş, gezme, tatil, akrabalar, arkadaşlar bir yere kadar mutluluk ve huzur veriyor. Yeri geldiğinde mutsuzluk kaynağı da olabiliyor. En azından bu dirlik düzenlik sıkıntı veriyor. Rahat batıyor. İnsanlar kendilerini hedefsiz kalmış gibi hissediyorlar. Levent Mete, kahramanlarının hayatlarını anlatırken bu görünümü çiziyor. Aslında anlatılan çok bildik bir hikaye, romanlarda da, filmlerde de çok işlenmiş bir konu. Farkın nerede olduğunu, Levent Mete'nin bu konuya yeni ne katacağını merak ediyoruz.

İki kahramanın da düşlerinde hayallerinde deniz önemli yer tutuyor. Bu düşlerin ve denizin romanın gelişimi içinde işlevi olacağını hissediyoruz. Yoksa bu düşleri, hayalleri anlatmak romanın akışını bozuyor. Hatta anlamayı zorlaştırıyor, hayalle gerçek bazan karışıyor.

Engin, rüyalarını yorumluyor; "Suyun ve suyla gelen hayatın duygular ve zevkler dünyasını temsil ettiği apaçık ortada. Aklın sağlam zeminine kurulmuş olanı boğmaya geliyor, karımı çocuklarımı öldürüyor, geçmişimi, her şeyimi elimden alıp götürüyor, karşılığında bu balık kızı veriyor bana, kendinden geçmenin derinliklerine doğru eriyip gitmeye çağırıyor." Engin'in bu çözümleme yeteneğinin nereden geldiğini bilmiyoruz ama yazarın psikiyatri doktoru olduğu malumumuz. Bazı yerlerde ister istemez doktor bakışı, yorumu, yazarlığa ağır basıyor.

Biz Engin'den yeni bir girişim beklerken Esra, umulmadık bir atak yapıyor ve bir sabah Engin'in iş yerine gidiyor. Bu tipik bir kadın davranışı değil. Hele aralarında geçen diyalog, Esra'nın hemen konuya girip açık ve net sorular sorması, telefon numarasını verişi ve buluşalım demesi inandırıcı gelmiyor. Normalde ilk konuşma, davet, bir yere götürme gibi girişimler erkekten beklenir. Kadın muğlak cevaplar vererek erkeğin işini kolaylaştırır ya da yokuşa sürer. Esra’nın böyle davranmasının bir izahı olmalı.

Esra, Engin'in kendisine ilgisini bir gecelik kaçamakla değerlendirmek niyetinde. Kocası ve oğlu şehir dışında. İlk kez gördüğü birini, bir yabancıyı evine davet ediyor, kendi yatağında sevişiyor. Böylelikle hem arzu nesnesini daha yakından tanıyacak, uğruna bir şeyler feda etmeye değer mi anlayacak, hem de kocasından öç almış olacak.

İlişki bir geceyle kalmıyor. Birbirlerinin tensel çekimine kapılıyorlar. Arzuluyorlar. Sürekli buluşup sevişiyorlar. Cinselliğe böylesine kapılmalarının nedenini anlayamıyoruz, ayrıntılara girilmiyor. Cinsel tutku aşk olarak mı algılanıyor? Yeni bir vücud, yeni bir ten, evliliklerinde bulamadıkları şehvet... Aslında Esra ve Engin, ilişkilerini tek düzeleşen hayattan kaçış şansı olarak görüyorlar. Doğrusu da bu. Aşktan diye tanımlanan aslında kaçma fırsatı, yeni bir anlam, yeni bir heyecan. Engin, çekip gitmeyi teklif ediyor, Esra biraz direniyor, birbirimizi tanımıyoruz, bu kadar kısa zamanda aşık olunmaz diyor, "seks için seviyor beni" diye düşünüyor, ama kabul ediyor.

Birlikte yola çıkıyor, Kuşadası yakınlarında deniz gören bir otele yerleşiyorlar. Aşk hastalığı burada sevgilileri komaya sokuyor. "Düşlerimi deniz kızı olarak giriyorsun" diye anlatmaya başlıyor Engin. Esra da denizin dibine dalma orada sualtı yaratığı olup, birbirlerine ait olup kaybolma duygusuna kapılıyor. Engin'e, bir gazete haberinden, yıllar önce kendilerini Ege sularına bırakıp ölen âşıklardan söz ediyor. Yeni bir hayata başlamak yerine tek vücud olmak için birlikte ölüme gitmek!.. İlişkinin böylesine evrim geçirmesi pek inandırıcı değil. Ortada bir tehdit, zorlama yokken ölüm duygusuna bu kadar kolay gelinir mi? Sonuçta bir kaç günlük bir macera birlikte kaçmaya kadar varmış. Hayatlarını kısıtladığını, çözülmez bağlarla bağladığını düşündükleri bütün ilişkilerden, alışkanlıklardan kurtulmuşlar. Birlikte yepyeni bir hayata başlayabilirler… Ama öyle olmuyor. Roman sürpriz bir sona doğru ilerliyor.

Yorumlar