Haliçli Köprü

Emine Sevgi Özdamar, Türkiye'de ismi bilinen ama eserlerini okuma olanağı bulamadığımız Almanca yazan Türk kökenli bir yazar. Almanca'ya yaptığı katkılardan dolayı edebiyat ödülleri almış. Eserleri 14 dile çevrilmiş. Dört tiyatro oyunu, dört romanı, iki öykü kitabı yayınlanmış. Türkçede sadece Hayat Bir Kervansaray (1993, Varlık yay.) yayınlanmıştı. Turkuvaz Kitap hem bu romanın yeni baskısını yaptı, hem de Berlin - İstanbul üçlemesinin ikinci kitabı olan Haliçli Köprü'yü İlknur Özdemir'in çevrisi ile yayınladı.

Emine Sevgi Özdamar, Hayat Bir Kervansaray'da anlatmaya başladığı yaşam öyküsünü Haliçli Köprü'de sürdürüyor. Yıl 1966, romanın ana kahramanı 18 yaşında bir genç kızdır. İstanbul'da altı yıldır bir gençlik tiyatrosunda oynamış, bu sırada okulunu ihmal etmiş, derslerine çalışamadığı için liseyi terk etmek durumunda kalmıştır. Okulu bırakması annesi ile arasında bitmeyen bir çekişmeye neden olur. Genç kız, gazetede gördüğü bir haber üzerine Almanya'ya işçi olarak gitmeye karar verir. Orada çalışacak, sonra tiyatro okuluna yazılacaktır. Berlin'deki Telefunken fabrikasında radyo lambası üretmek için bir yıllık sözleşme ile işe alınır. Uzun bir tren yolculuğu sonucunda Almanya'ya ulaşır, hemen fabrikada çalışmaya başlar ve hepsi radyo fabrikasında çalışan kadınlarla birlikte bir yurtta kalmaya başlar. Fabrika, yurt ve zaman zaman gidilen çarşı ile sınırlanmış bir hayattır bu. Kadınlar, hem ilk kez yurtdışına çıkmanın verdiği çekingenlikle hem de Almanca tek bir kelime bile bilmedikleri için hayata katılmakta çekingen davranırlar. "İlk haftalarda hayatımız wonaym'ın kapısı, Hertie'nin kapısı, otobüsün kapısı, radyo lambası fabrikasının kapısı, fabrikadaki tuvaletin kapısı, wonaym'daki odamızın masası ve fabrikadaki yeşil demir tezgâh arasında geçti" diye anlatır. Türk yurt müdüresinin Türkiye'den kadınlara gelen sucukları alıp yatağının altında sakladığı anlaşılıp işten atılması ile genç kızın hayatı değişir. Yeni yurt müdürü komünist bir Türk tiyatrocudur. Adam gündüzleri oyun provası seyretmek için Brecht'in Berliner Ensemble'ine gider ve sürekli Brecht'ten söz eder. Bu konuşmalar genç kızın tiyatro tutkusunu tekrar ateşler. Bu arada kadınlar da yabancılıklarını yavaş yavaş üstünden atar, Berlin'i daha çok dolaşmaya başlar. Anlatıcımız da komünist yurt müdürü ile birlikte Türk İşçi Derneği'ne gider. Türk erkek işçilerle tanışır. En kıymetli şeyi olduğuna inandığı için elmasım dediği bekâretini korumaya çalışarak, babalarının soluğunu enselerinde hissederek Berlin sokaklarında dolaşırlar. Ama elmaslarını kaybetmeye de, kadınlar yurdunu terk etmeye de teşebbüs etseler de cesaretleri yetmez. Aşk gecesi bekâret verilmeden biter, kız arkadaşla tutulan ev hemen terk edilip yurda dönülür. Bunlar yaşanırken, Doğu Almanya'nın ortasında bir özgürlük adası gibi duran Berlin'de Vietnam Savaşı protestoları ile öğrenciler sokaklara dökülmüş, polişlerle çatışmaya başlamıştır. Kahramanımız Engels'in Ailenin Kökenleri'ni (nedense Ailenin Asılları diye çevrilmiş), Gorki'nin Ana'sını okur. Komünist olabilir miyim, diye düşünür. Bu arada kahramanımız evini, annesini özlemiştir, bir yıl tamamlanıp, sözleşme yenilenmeyince İstanbul'a döner.

İstanbul'a döndüğünde babası Almanya'ya dönüp Almanca öğrenmesini önerince de teklifi hemen kabul eder. "almanca öğrenecek, sonra iyi bir oyuncu olmak için Almanya'da elmasımdan kurtulacaktım. Burada her gece eve dönmem ve annemle babamın gözlerinin içine bakmam gerekecekti. Almanya'daysa değil." Almanca öğrenir, sonra Berlin'de Siemens'de iş bulur. Türkiye'den gelenlere çevirmenlik yapacaktır. Artık evli aileler de Almanya'ya gelmeye başlamıştır ve yurtlarda bambaşka bir hava vardır. Evli erkekler bekar kadınların hayatına karışmaya, onların namus bekçisi olmaya çalışırlar. Sadece çevirmenlik yapmakla kalmaz bu insanların aralarındaki ilişkilerde de tercüman, arabulucu olur. Bir süre sonra bu işler dayanılmaz olur, işi bırakır Paris'e gezmeye gider. Üniversite kantininde İspanyol öğrenci Jordi ile tanışır, ona âşık olur. Aşk dolu bir kaç gün geçirirler. Sevişirler. Çok sonraları elmasını Jordi'ye verdiğini anlar, sevinir. Berlin'e dönüşünde solcu öğrencilerle yaşamaya başlar. Gelişen öğrenci hareketlerini, 68 olaylarını içeriden izler. Ama aktif bir eylemci olmaz. Bir otelde temizlikçilik yapar, tiyatro okuluna gider. Gebe kaldığını anladığı günlerde babasından "Kızım, annen hasta, hemen İstanbul'a dön" diyen bir mektup alır. Annesinin öleceği korkusu ile hemen İstanbul'a döner. Böylelikle, Berlin günlerinin anlatıldığı ilk bölüm "Küskün İstasyon" biter ve İstanbul günlerinin anlatıldığı "Haliçli Köprü" adlı ikinci bölüm başlar.

Annesi, kızının İstanbul'a hiç dönmeyeceğini düşünerek, hasta olduğu yalanını söylemiştir. İstanbul'da da, evde de annesinin saçlarının rengi dışında bir şeyin değişmediğini fark eder. Almanya'ya dönmeye, tiyatro öğrenimine devam etmeye karar verir. Ama gebe olduğu için işçi olarak gitmek için gerekli sağlık kontrolünden geçemeyeceğini öğrenir. Bebekten kurtulmaya karar verir. Şizofren olmuş bir arkadaşını ziyaret ettiğinde tanıştığı Hüseyin'in yardımıyla sürrealist gençlerin topluluğuna katılır. O gruptaki bir kızın yardımıyla kürtaj olur. Hüseyin onu, Türkiye'nin en iyi tiyatrocularının ders verdiği bir tiyatro okuluna götürür. Tüm zamanını tiyatro öğrenimine vermişken, okuduğu gazetelerde Türkiye'de gelişen işçi ve öğrenci hareketlerinin haberlerini görür. Dershanelerinde Hamlet çalışırken sokaklarda yürüyen işçilerin sloganlarını duyarlar.

Film izlemeye gittiği Sinematek, onun solcu entelektüellerin dünyasına girmesine vesile olur. Sinematek'te izledikleri filmlerden sonra onlarla Kaptanın Lokantası'na gitmeye başlar. Tartışmalarını izler. Aşklar yaşar. Dünyaya bakışı değişmeye başlar. Yoksulluğu, haksızlıkları fark eder. İşçi Partisi'ne kaydolur. Bir gün Avrupa'da sinema okumuş, Marksist olmuş bir gençle, Kerim'le tanışır. Bir hafta sürekli birlikte olduktan sonra Kerim askerlik görevi için bir başka kente gider. Kerim mektuplar, dağ çiçekleri yollar.

Gazetede gördüğü bir haber üzerine Türk-İran-Irak sınırındaki açlık çeken köylüleri bulup, onlarla röportaj yapmaya karar verir. İki erkek arkadaşı ile yola çıkarlar. Yanında Marx'ın Kapital'i ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i vardır. Peşlerinde altı sivil polisle Hakkari'ye ulaşırlar. Açlık çeken köye ulaşamazlar ama oradan gelmiş bir köylü ile görüşürler. Solculuk çocuk oyunu olmaktan çıkmış, sonu hapiste bitecek bir ciddiyet kazanmıştır.

"Hakkari Türkiye'yi arıyor" başlıklı röportajı gazetede yayınlanır. Bu arada İşçi Partisi üyeleri üç ayrı fraksiyona bölünmüştür. Kahramanımız politikadan soğur, Almanya'ya ilk gidişinde tanıştığı yurt müdürünün yönettiği Ankara Sanat Tiyatrosu'na oyuncu olarak girer. Onlar Anadolu'da turne yaparken Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu kurmuş, silahlı mücadeleye başlamıştır. Solcu gençler eylemler yapar. Onları arayan polis kitabevlerini basar, Sinamatek ve tiyatro komünist yuvası diye kapatılır. Askerden dönen Kerim ve arkadaşları ile birlikte Beyoğlu'nda yaşamaya başlar. Polis evlerini basacak diye endişelenen Kerim'in uyarısına rağmen ne kitaplarını ne de mektuplarını yakmaz. Polisler evi basar ve mektuplarla, kitaplar delil olur. Üç hafta, işkence feryatlarının, kan izlerinin arasında gözaltında tutulurlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmış, Kerim, solculuktan vaz geçmiştir. Annesi, "kaç git"der. Berlin'e gidip tiyatro çalışmaya karar verir.

Emine Sevgi Özdamar, Haliçli Köprü'de 60'lı yılların Türkiye'den Almanya'ya işçi göçü ile başlayıp Almanya ve Türkiye'deki 68 olayları ile evrilen gençlik yıllarını anlatıyor. Haliçli Köprü, romandan çok bir anı kitabı yapısında. Kronolojik bir akışı var. Berlin ve İstanbul bölümleri anlatım hızı açısından tam örtüşmüyor. Berlin'de hayat yavaş, İstanbul'da hızlı. Tarihi gelişmeler ve olaylar daha çok ikinci bölümde yoğunlaşıyor. Belki bu iki bölüm iki ayrı roman olsaymış ve ikinci bölüm hakettiği gibi daha fazla ayrıntı ile yazılsa imiş daha da güzel bir kitap çıkarmış ortaya.

İlk bakışta, yazarın tüm anlattıklarının başka yazarlarca da konu edildiğini düşünebilirsiniz ama Özdamar'ın farkı anlatımında. Kendine has, gerçeküstü dille yoğrulan, tekrarlarla gelişen, şıkır şıkır akan bir anlatımı var. Tüm roman masalsı ama gerçekçi bir dille gelişiyor. İkinci Yeni'nin, Cemal Süreya'nın ilk şiirlerini anımsatan ama ayağını hep yere sağlam basan bir anlatım bu. Haliçli Köprü'nün girişindeki önsözde John Berger'in söylediği gibi, "anlatılan öyküden değil, anlatan sesten tür"üyor. Geç de olsa Türkçede bu ilginç yazarla tanışmış olduk. 68'i ve Almanya'ya işçi göçünü farklı bir anlatımla okuyoruz. Üçlemenin son romanı "Seltsame Sterne starren zur Erde" de umarım gecikmeden Türkçede yayınlanır.

Yorumlar