Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş

“Avrupa'da yıllardır gündemde ve uluslararası etkinliklerin temel konusu olan kültür politikaları çalışmaları, Türkiye'deki kısa geçmişinde önce sanat ve kültür çevrelerinde ele alınırken, sonraları akademik alanda ve resmi kurumlar ve ilgili bakanlık tarafından üzerinde durulan belirgin bir çalışma alanı haline gelmiş durumda. Kültür politikaları alanında projeler yürüten, çeşitli üniversitelerde ders veren akademisyenlerin yazılarından oluşan bu kitap, konuya bir giriş niteliği taşıyor” deniyor Serhan Ada ve H. Ayça İnce’nin derledikleri Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş’in (Temmuz 2009, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay.) tanıtımında.

“Kültür Politikaları” terimi çoğul haliyle yeni bir terim olsa da bir devlet için kültür politikası olmazsa olmazlardan. Türkiye’de de devletin temellerinin atıldığı ilk yıllardan itibaren açık ya da gizli hep bir kültür politikası olmuş. Kültür politikası zamanla değişmiş ama temelindeki bazı anlayışlar süreklilik kazanmış.

Birçok yeni geliştirilen kavramda olduğu gibi “kültür politikaları”nın tanımlanmasında da farklı yorumlar var. Füsun Üstel “Kültür Politikalarına Bakış”da, bu kavram tartışmalarından yola çıkarak hem ortak bir tanıma ulaşmaya çalışıyor hem de Avrupa Birliği çerçevesinde geliştirilen tartışmaları aktarıyor. Bence, Hıfzı Topuz’un Dünyada ve Türkiye'de Kültür Politikaları (1989, Adam yay.) adlı kitabında yaptığı tanımlama ortak bir tanım olarak kabul edilebilir: Kültür politikaları bir ülkede kültürlerin ve kültür varlıklarının korunması ve geliştirilmesi için kültürle ilgilenen devlet kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin kültür alanlarında izledikleri politikalardır.” Bu genel tanımı tamamlayan “Kültür politikaları halkın kültürel yaşama katılabilmesi için elverişli koşulların yaratılması ve toplumda her kişiye yaratıcılığını ortaya koyması ve geliştirmesi için alınan önlemleri içerir” cümlesi ise bazı ülkeler için ilke halini almış olsa bile, bizim için daha çok bir temenni gibi görünüyor.

Murat Katoğlu’nun “Cumhuriyet Döneminde Yüksek Kültürün Kamu Hizmeti Olarak Kurumsallaşması” adlı incelemesi daha başlığından Türkiye’de devletin kültür politikasının ne olduğunu bildiriyor. Katoğlu’nun belirttiği gibi Türkiye’nin iki asırdır süren temel meselesi yenileşme ve gelişmiş dünyaya katılabilmedir. Yani Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönük olacaktır, onun ‘yüksek’ kültürünü alacaktır. Bu amaçla oluşturulan kültür politikasını hayata geçiren de bizzat devlet olacaktır. Devletin başrolde olması kaçınılmazdır, çünkü bu işleri yapacak sivil toplum ve özel sektör henüz oluşmamıştır. Çok renkli kültürden tek kültüre, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olmaya geçişte merkezilik, müdahalecilik, sahiplenicilik kaçınılmazdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet yüksek kültürü oluşturmak yolunda gerçekten de çok olumlu ve önemli adımlar atmış. Operanın, balenin, müzelerin kurulmasından, milli kütüphanenin açılması, Dünya klasiklerinin yayınlanmasına kadar kültürel kurumsallaşma için gereken bir dizi yatırım yapılmış. Yazarlar, sanatçılar desteklenmiş, özendirilmiş. Resmi kültür politikasına uymayan tüm girişimler de durdurulmuş, yasaklanmış. Toplumcu da, Türkçü de, İslamcı da bu tedbirlerden nasibini almış. Çünkü kültürel her girişimin siyasi bir yanı olduğuna inanılmış, devlete karşı bir girişim olarak değerlendirilmiş.

Serhan Ada “Bir Yeni Kültür Politikası İçin” başlıklı makalesinde bu yılları “Güçlü ve merkezi kurumlar dönemi” (1920-1950) diye nitelendiriyor. Menderes döneminde kültür politikası pek değişmemiş gibi görünse de Köy Enstitüleri’nin kapatılması, klasiklerin yayınının durdurulması gibi gelişmeler olumsuz işaretler olarak görünüyor. Demokrat Parti iktidarı ile “politikasız politika” dönemine geçildiği söylense de Sovyetler’den gelecek Komünizm korkusu, ABD’nin politikalarına aşırı bağlılık gibi gerekçelerle yine devletin temel politikalarına uymayan her yönelim engelleniyor, cezalandırılıyor. Türkçü, İslamcı eğilimlere biraz toleranslı olunsa da toplumcu, halkçı eğilimlerin hiçbir hoşgörü şansı yok. Halka yüksek kültürü yaşaması için pek fazla dayatma yapılmıyor ama bu anlayıştan ve kurumlarından da tamamen vazgeçilmiyor. Demokrat Parti’yi izleyen ve kısa süren 27 Mayıs dönemi görece özgürlükçü olsa da Demirel’le birlikte eskiye dönülüyor. Türkiye’nin kültür politikaları oluşturacak Kültür Bakanlığı’na kavuşması içinse bir askeri müdahale, 12 Mart Muhtırası gerekiyor. Askeri yönetimin ilk icraatları belli başlı kültür ve sanat insanlarını sudan bahanelerle hapis etmek, yargılamak, üniversitelerden, hatta yurttaşlıktan atmak oluyor. İzleyen yıllarda Cumhuriyetin kurulmasından beri süre gelen temel politikadan vazgeçilmediği sık sık değişen, sosyal demokrat, liberal ya da milliyetçi - muhafazakar eğilimlerdeki hükümetlerin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” prensibine bağlı kaldığı görülüyor. 141 -142 gibi düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen yasalar Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını koruyor ve devletin istemediği kültür anlayışlarının gelişmesini engelliyor, yasaklıyor.

Serhan Ada’nın da belirttiği gibi 70’li yılların en önemli gelişmesi İKSV’nin kurulması, İstanbul Festivali’nin başlaması yani nihayet sivillerin kültür alanında varlığı göstermeye karar vermesidir. Biraz ürkek ve ağır gelişse de günümüzdeki sivil ağırlıklı kültür ortamının oluşmasını bu başlangıç adımına borçluyuz.

Kültür politikasında temel değişim 1980 Askeri Darbesi ile yaşanıyor. Cunta’nın ilk yaptığı iş sinemaları, tiyatroları, kitabevlerini, dergileri, gazeteleri kapatmak, yöneticilerini hapis etmek, vatandaşlıktan çıkartmak, üniversitelerin hemen tüm değerli hocalarını işten atmak oluyor. Kitaplar televizyonda silahlarla birlikte suç delili olarak gösteriliyor. İlk sivil kültür kurumları Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu devlete bağımlı hale getirilip işlevsizleştiriliyor. Açıkca söylenmese de fiilen “yüksek kültür” politikasından vazgeçiliyor. Dönemin seçilmiş ilk başbakanı Özal arabesk dinliyor, popüler kültürün simaları ile dostluk ediyor. Bu bilinçle uygulanmış bir politikadır. Muhalefetin kökeninde düşünen, sorgulayan insanı gören yönetim ülkenin kültür düzeyini düşürüyor, arabesk hakim kültür haline geliyor. Ama ne kadar liberal olunsa da devletin güçlü bir bürokratik geleneği var ve onlar güçlerini paylaşmak istemiyorlar. Özal ve onu bugüne dek izleyenler ne kadar “destekle ama karışma” dese de uygulamada sivillerin kültür politikalarını oluşturmaya da, uygulamaya da katılması sürekli engellenmiş ve önü tıkanmıştır. Yarı sivil sanat konseyi oluşturma tarzında girişimler arkasında Kültür Bakanı desteği olsa da ya tamamen rafa kaldırılmış ya da bürokratların denetimi altına girmiştir. İstanbul 2010’u ya da Yunus Emre Kültür Merkezleri’ni bu açıdan değerlendirmekte yarar var. Niyet neydi, akıbet ne oldu?

“AKP İktidarı ve Kültür Politikası” başlıklı makalesinde Asu Aksoy, AKP’nin kültür politikasını “AKM’nin yıkılıp yeniden yapılması” projesi örneğinden yola çıkarak analiz ediyor. Aksoy’un tespitine göre; “kültür, hükümetin ekonomik alandaki dışa açılmacı neoliberal politikalarının başarısı için değerlendirilebilecek bir araçtır.” Kültür ve turizm bakanlıklarının birleştirilmesi de bu politikanın tipik bir göstergesi. Kültür, turizm gelirini artıracak bir unsur olarak değerlendiriliyor. Bence, bu anlayış AKP’nin kültür politikasının sadece bir boyutudur. 301. Madde’nin can siperane savunulmasından, yazarların mahkeme kapılarında linç korkusuyla sürünmesine göz yumulmasından söz etmeye bile gerek yok. Başbakan, “özel sektörün kültürel ve sanatsal faliyetler alanındaki etkinliğinin artırılması için çalışmalarımız devam edecektir” dese de uygulama başka türlü. Özel sektörün kültür alanına girmesi için doğrudan teşviki sağlamak amacıyla çıkartılan 2004 tarihli Kültürel Yatırımları Teşvik Kanunu’ndan yararlanabilmek bir yana bürokrasiyi aşıp başvurabilmeyi başarabilmiş kaç babayiğit var? (Bu soruya “kimse bu yasadan yararlanmak için başvurmadı” diyen Kültür Bakanı Ertuğrul Günay cevap verir mi?) Yayıncılık alanından bir örnek verirsek; öğrencilere ücretsiz ders kitabı dağıtma projesi sonucunda ders kitabı yayıncılığının %60’ını devletleştirmeyi, bu proje sayesinde Anadolu’da on bimlerce kitabevinin kapanmasını nasıl yorumlarsınız? Böylelikle sadece kitabevleri kapanmış olmadı, yazarların okura kitaplarını ulaştırması da engellenmiş oldu. Kitap tirajları düştü, daha az kitap yayınlanmaya başladı. Esas politika bu tip uygulamalarda gizli. Yapılmak istenen özel sektörü kültür alanına sokmak mıdır yoksa bu bahane ile kültürü devlet desteğinden yoksun bırakıp hayatı iyice muhafazakarlaştırmak mı?

Amacını 'Türkiye'de kültür politikalarının üretilmesi ve üretilen politikaların uygulanması konusunda bir durum değerlendirmesi yapmak ve söz konusu alanı oluşturan bileşenleri tanımlayarak bunları eleştirel bir perspektifle ele almak' olarak tanımlayan ve konuyla ilgili önemli yazılardan oluşan Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş kitabı Türkiye’nin AB kapsamında “Ulusal Rapor” yazım sürecine denk getirilmiş.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Avrupa Konseyi’ne Ulusal Kültür Politikası Raporu sunma hazırlığında. Bakalım, Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi kültür alanında çalışan sivil toplum kuruluşları, kurumlar, üniversiteler ve meslek örgütleri sürece dahil edilecek mi yoksa bakanlık bürokratları kimseye danışmadan kapalı kapılar ardında raporlarını hazırlayacak mı? Ulusal Kültür Politikası Raporu’nu hazırlarken alınacak tavır bize, bir kez daha, AKP’nin Tayyip Erdoğan’ca dillendirilen kültür politikasının “özde” mi yoksa “sözde” mi olduğunu kanıtlayacak.

23 Temmuz 2009

Yorumlar