Eldivenler, Hikâyeler

Murathan Mungan’ın yazarlık stratejisi farklı doğrultulara yönelimlerle gelişiyor. Her kitabını bir proje olarak ele alıyor, hem çok okunan bir yazar hem de iyi bir edebiyatçı olmak stratejisi içinde konumlandırıyor. Bir yandan büyük kitlelere ulaşmayı amaçlayan Yüksek Topuklar, Kadından Kentler gibi kitaplar üretiyor. Onların tanıtımı için uğraşıyor, röportajlar veriyor, kampanyalar düzenliyor. Diğer yandan da edebiyat okurunu hedefleyen kitaplar yayınlıyor. Onların tanıtımı için hemen hiç çaba göstermiyor. Kampanya bir yana röportaj bile vermiyor, o kitapların kendiliğinden okurunu bulacağına inanıyor. Bu yıl yayınladığı Bazı Yazlar Uzaktan Geçer, Hayat Atölyesi gibi kitaplar bu tür ürünler. Yeni hikâye kitabı Eldivenler, Hikâyeler (Eylül 2009, Metis yay.) ise bu iki yönelimi birleştirmek isteyen bir şekilde konumlandırılmış gibi görünüyor. Bu kitap için de bir tanıtım kampanyası yapmadı Mungan ama kitabın içeriğindeki bazı emareler onun has okura hitap ederken Kadından Kentler’le ulaştığı geniş kitleyi edebiyata çekmeye çalıştığını düşündürüyor; ki bu bence doğru bir taktik. Çünkü çoksatarlar’ın okurları belli kitaplara saplanıp kalıyor,iyi tanıtılmış çok konuşulmuş kitapları alıyor diğer zamanlarda kitapçılara uğramıyor, edebiyata yönelik bir açılım yapmıyor. Sanırım Mungan, küçük hamlelerle, onları fazla tedirgin edip kaçırmadan tüm eserleri için kazanmaya çalışıyor. Belki de o nedenle Eldivenler, Hikâyeler’de genellikle yaptığı gibi bütüncül bir yapı oluşturmamış, bir anlamda Murathan Mungan hikayeleri seçkisi yapmış. Farklı konular, üsluplar, anlatım tazlarından oluşan hikayeleri biraraya getirmiş.

Kitap, Eldivenler adlı hikaye ile başlıyor. Hikayenin 33 yaşına geldiğini fark edip artık evlenmeye karar vermiş kadın kahramanı Kadından Kentler’in yalnız kadın kahramanlarının geçirmesi öngörülebilecek değişimi yaşamış bir halde. Evlilik bir proje gibi ve kadın kahramanın arzu ettiği şekilde hayata geçiriliyor. Yakın arkadaşların yardımıyla adaylar tespit ediliyor, en uygun olan seçiliyor. Daha doğrusu erkek tarafından seçilmek sağlanıyor. Mutlu - mesut, toplumun kurallarına uygun olarak yaşanan bu evlilikte tek kırılma noktası damadın annesi. Anne, özgürlüğü seçmiş, tek evladından bir yaşındayken ayrılmış, kocasını ve evi terk etmiş. Çocuk ve annenin karşılaşmaları için aradan onlarca yıl geçmesi gerekmiş. Ama bu karşılaşma da aralarında bir bağ kurmalarını sağlayamamış. Oğul, ölüm haberini aldıktan sonra annesinin evini toplamaya gidiyor. Ölü evindeki bir çekmece dolusu eldiven bir anlamda annenin dokunulamayan, ulaşılamayan hayatının simgeleri gibi.

Mungan, olayları kadın kahramanın bakış açısından anlattığı için hikayenin yönünü, yatağını değiştirme noktasını tam olarak kavrayamıyoruz. Kadın nasıl “duygularını çok az ele veren” adamı tanımadığını düşünüyorsa, biz de aynı durumdayız. İdeal evlilik hikayesi hızlı bir geçişle anne oğul ilişkisine daha doğrusu ilişkisizliğine dönüşüyor. Kadın anlatıcı, erkek kahramanın annesiz büyümesinin ona yaşattıklarını hissetmemizi engelliyor. Erkeğin evlenmek için 43 yaşına kadar beklemesinde annesi ile kuramadığı ilişkisinin ne kadar payı olduğu anlatılanlarla bize geçmiyor. Bu nedenle annesiyle buluştuğunda da, ölüm haberini aldığında da kahramanla özdeşleşemiyor, onun tavırlarının altında yatan nedenlere vakıf olamıyoruz. Ama kadın kahraman eldivenler sayesinde tereddütlerini aşıyor, mantık evlililği yaptığı kocasına âşık olduğunu anlıyor.

İkinci hikaye Ansızın Her Şey de biçimsel olarak birincinin yapısında. Hikayeyi yine kahramanının ağzından dinliyoruz. Ansızın Her Şey’de fazla kilolarıyla mutlu bir genç erkek toplumun ona kendini sürekli şişko olduğunu hissettirmesinin, hatta alay konusu yapmasının da oluşturduğu manevi baskıyla sıkı bir rejim yapıp 120 kilodan 73 kiloya düşüyor ve tüm kadınların ilgisin çeken yakışıklı ve çekici bir erkek oluyor. İlk hikayedekine benzer bir yön, yatak değiştirme yaşıyoruz burada da ve hikaye bu eksenden çıkıp kırık bir aşk hikayesi halini alıyor. Anlatıcı hayranı olduğu ünlü eşcinsel yazarla tanışıyor. Yazar, anlatıcının bedensel güzelliğinden etkileniyor, onunla dostluk kuruyor. Zamanla beden güzelliğinin ruh güzelliği ile bütünlendiğini de anlayınca anlatıcıya âşık oluyor ama onu korkutup kaçıracağı endişesi ile aşkını açıklamıyor. Anlatıcı, ünlü ve güçlü bir erkek tarafından beğenilmekten, istenmekten memnun, hatta ruhsal doyum sağlıyor ve sürekli yazarı cinsel açıdan kışkırtıyor ama onunla bir ilişkiye girmek istemiyor. İlk hikayede anlatıcının eşinin annesinin ölümünün etkisi gibi, burada da yazarın ani ölümü anlatıcının bir şeylerin farkına varmasını sağlıyor. Anlatıcı, “gövdesinin zulmünü aşıp cisminin farkına varıyor”.

Kaset’te gazeteci kadın yirmi yıllık yazar arkadaşı ile yaptığı röportajı çözüp yazıya dökerken yazar arkadaşının sesindeki kadınsılıktan onun eşcinselliğini keşfetmekle kalmıyor, kendinde de bastırılmış bir homofobi olduğunu hissediyor ve bu duyguyu yenmeye çalışıyor. Kendi içinde bir tartışmaya girecek ve çok istemesine rağmen homofobisini yenemeyecektir. Yaz Gibisi Var mı?’da toplumun kişileri belirlenmiş rollere zorlamasının tipik bir örneğini baba oğul ilişkisinde ya da ilişkisizliğinde bir kez daha okuyoruz.

“Kötü Adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film”, “Krepen’in Duvarı”, “Islık”, “Çarpışma”, “Tabut” yazarın özellikle aile içi ilişkileri sorguladığı, herkesin kendine göre bir gizi olduğunu, hiç kimsenin şeffaf bir hayat yaşamadığını örnekleyen ve farklı anlatımların, biçimlerin, dil kullanımlarının denendiği hikayeler.

Bence, kitabın doruk noktası Geçici Kesinlikler adlı son hikaye. 36 sayfalık bu uzun hikaye fantazyayla gerçekçiliğin ustaca harmanlandığı bir yapıda. Aniden bırakıp giden sevgilinin ardından büyük bir üzüntüye kapılıp evine kapanan genç kadının tek ziyaretçisi, yaşadıklarının tek şahidi bir genç adamın ruhudur. Genç adam aşk kırgınının derdine derman olamaz ama onun yaşadıklarını, üzüntülerini izledikçe duyduğu sevgi büyür ve sonunda aşka dönüşür.

Özlem çekip giden sevgilisi ile yaşadıklarını gözden geçirip nerede yanlış yaptığını bulmaya çalışırken kendine geldiği zamanlarda evin içinde bir başkasının da bulunduğunu hissetmeye başlar. Rüyalarına girer genç adam, mutluluk verir. Bir gün de Özlem sarhoşken düşmesini önlemeye çalışarak varlığını iyice hissettirir. “(...) daha ilk adımda ayakları dolaşıyor birbirine, elinde içki kadehiyle tam yere kapaklanacakken eğilip tutuyorum onu. Bütün varlığımla tutuyorum. Bakıyorum birdenbire kollarım olmuş; kaslarım seğiriyor gücüm yerinde; tam yere kapaklanmak üzereyken tutup doğrulttuğum sırada başını kaldırıp bir anda ayılmış gözlerle bakıyor bana. (...) Gözleri hâlâ bende, fısıltıya benzer bir sesle “Kimsin sen?” diyor. “Kimsin?” / “Parçacık,” diyorum. “Parçacığım ben.”

Diğer yandan çağrılmadan gelen ruhun, genç adamın hikayesini öğreniyoruz yavaş yavaş. Genç adamın ruhunun Özlem’in yanıbaşına gelmesini sağlayan antika ayna sonunda genç kadının bu izi sürüp genç adamın ailesini bulmasını da sağlayacaktır. Ve ondan geride kalanlar, izler, eşyalar Özlem’e onu sevdiğini düşündürecektir.

Mungan hikayeyi üçüncü şahısın ağzından ama iki kahramanın da bakış açılarını kullanarak anlatmış. Bu çok boyutluluk hikayeyi ve onun yarı fantastik kahramanlarını daha iyi kavramamızın yanı sıra Özlem’in terk edilmişlik haliyle özdeşleşirken onun durumuna eleştirel bakmamızı, sorgulamamızı da sağlıyor.

Murathan Mungan, yalın bir anlatımla, fazlaca söz sanatlarına yönelmeden yani “ağır edebiyat” yapmadan anlatıyor hikayelerini. Hikayeyi biçimle zorlamıyor. Her hikaye hangi anlatımı, biçimi gerektiriyorsa onu kullanmaya özenmiş. Ama edebi olmaktan da kaçınmamış, hikayelerini kolaylaştırmamış. Edebiyatın gereklerine uygun bir yol izlemeye çalışmış. Örneğin metinlerarası kurduğu ilişkileri gözünüze sokmadan, ince ince yapıyor, anlayan anlıyor. Sonuç olarak kitabın adına uygun olarak öykülemeyi değil, hikaye etmeyi yeğliyor.

15.10.2009

Yorumlar