“Kayıp Gül” mucizesi

Serdar Özkan’ın ilk baskısı 2003’de yapılan Kayıp Gül’ünün yeni baskısı (Ekim 2009, Timaş) başarılı bir reklam kampanyası ile kısa sürede çok satanlar arasına girdi. İlanlarda “Bütün Dünya bir Türk romanını konuşuyor!” sloganı ile Kayıp Gül’ün 29 dilde 40’tan fazla ülkede yayınlandığı, “Uluslararası Bestseller” olduğu vurgulanıyordu. Kitabın içeriği ile ilgili ise uluslararası basından alıntılanan bir iki cümlenin dışında hemen hiç bilgi yoktu. Yayınevi satış stratejisini kitabın uluslararası başarısı üzerine kurmuştu ve bu strateji hedefine ulaştı. Bütün Dünya’nın okuduğu kitaplara merakımız, bir Türk yazarının sessiz sedasız neredeyse Orhan Pamuk kadar uluslararası başarıya ulaşmış olduğu bilgisi ile birleşince kitabı satın almamak elde değildi.

Serdar Özkan’la yapılan röportajlarda da yazarın uluslararası başarısı konuşuluyordu. Kayıp Gül’ün birçok dilde yayınlandığı kesindi de “Uluslararası Bestseller” olduğu kanıt gerektiriyordu. Gazeteciler bunun izini sürdü ve tatmin edici sonuçlara ulaşamadılar. Dediğim gibi konuşulmayan romanın içeriğiydi ki herhalde bu kadar çok yabancı dile çevrilmesinin sırrı burada gizliydi.

Kayıp Gül, Öndeyiş’inde “Efes! İkilikler şehri” diyor ve Efes’in Artemis (diğer adıyla Diana) ile Meryem Ana’ya ev sahipliği yaptığını vurguluyor. Biz ne kadar “Yunan ve Latin mitolojisinde bakireliğin sembolü, Anadoluda Efes'te, doğurkanlığın ve bereketin sembolü olan bir ana tanrıça” olarak bilsek de Diana’yı “Okçu tanrıça. Okunu ‘ansızın gelen tatlı bir ölüm’ sunmak için kullanırmış. Özgür ruhlu ama tutsak, bağımlı fakat yine de kibirli” diye tanıtıyor. Diana’nın bir de ikiz kardeşi var; Apollon.

Kayıp Gül’ün kahramanın adı da Diana. Onun da bir ikizi var ama Apollon gibi erkek değil ve adı Mary. Mary, öndeyişteki “ikilik” vurgusuna bakarsak Meryem’i çağrıştırıyor.

Kayıp Gül’ün Diana’sı, genç, güzel, başarılı bir genç kız. Pahalı şeyler giymeyi, para harcamayı, giyimiyle, yaşamıyla dikkati çekmeyi seviyor, yani dünya nimetlerine düşkün. Bu halleri bir kaç bölümde anlatılıyor. Anlatımdan onun bu halinden rahatsız olması gerektiğini anlıyoruz. Zengin bir ailenin kızı olmasına rağmen dünya nimetlerinden yararlanmamalı, lüks içinde yaşamamalı, markaların peşine düşmemeli...

San Francisco’da mutlu ve zengin yaşarken annesinin ölümü ile hayatı birden karışıyor. Annesi Diana’ya bir ikizi olduğunu, onu bulmasını vasiyet etmiş ve dört mektup vermiş. Mektuplar Diana’nın ikizi Mary’den gelmiş. Anne babanın ayrılması üzerine küçük yaşta babsıyla kalan Mary “öldü” denilen annesinin izini sürmüş. Tam onunla buluşacakken anne ölmüş.

Diana, bir ikizi olmasını kabullenemiyor. Hiç tanımadığı Mary’e hınçlanıyor. Onun annesini, sevgisini elinden aldığını düşünüyor. Üstelik annesi de ona babasının öldüğünü söylemiş, hatta babasının diye bir mezar bile göstermiş. Şimdi hayatta en sevdiği kişi olan annesini kaybetmiş ve onun vasiyeti ile varlığını ilk kez duyduğu ikizini bulmak durumunda. Burada ilginç bir nokta var. Diana’ya annesi Mary’nin varlığından söz ederken babalarını da anlatıyor. Mary’e annesinin adresini veren, Mary’nin onu bulmak istediğini anneye bildiren baba. Ama Diana o güne kadar ölü diye bildiği babası ile hiç ilgilenmiyor. Onu bulmak, tanımak istemiyor. Üstelik baba Mary’e ulaşmak için de bir yol olabilir. Çünkü “annemi bulacağım” diye kaybolan Mary tüm hayatını babası ile geçirmiş ve babası da onu arıyor. Roman da babayla ilgilenmiyor. Çünkü Diana babasını bulsa roman başka bir yöne akacak ve verilmek istenen mesaj verilemeyecek.

Diana’nın bilgileri annesinin vasiyeti ile Mary’nin mektuplarından edinilen “bir saray isminin yanı sıra ‘Zeynep’ ve ‘Sokrates’ isimleriyle sınırlı.” Bir de Mary’nin annesini bulmak için evden ayrılmadan bıraktığı mektup var. Onda da Küçük Prens’teki güle gönderme yapıyor. “Gülümü geri almak için gidiyorum,” diyor.

Olaylar genel olarak mektuplar üzerinden anlatılmış. Diana, Mary’i aramama sebebini bile ölü annesine yazdığı mektupla açıklıyor. Tabii ki mektupları kullanarak anlatmak yazarın işini kolaylaştırıyor ama mektuplar karakter tahlillerine izin vermediği için Diana dahil romanın kahramanlarını derinliğine tanımamızı, onlarla özdeşleşmemizi engelliyor. Yazar, mektupları kullanamadığı yerde de diyaloglarla geliştiriyor anlatıyı ki bu da benzer bir etki yapıyor. Roman kolay anlaşılıyor ama boyut kazanamıyor, derinleşmiyor. Bir süre sonra sadece Diana’nın ne zaman kardeşini aramaya başlayacağını merak ediyoruz.

Kardeşini aramak istemeyen Diana bir gün annesinin her akşam yürüyüş yaptığı parka gidiyor ve orada bir falcının ikizinin varlığından, onu bulacağından söz etmesi üzerine kafası karışıyor. Mary’nin mektuplarını okumaya başlıyor. Mary’nin çocukluğundan başlayan anneyi arayış öyküsünün Tanrıyı arayış haline geldiğini öğreniyoruz. Annesinin Tanrı’yla beraber, öbür dünyada olduğuna inandırılmış babası tarafından. Ama o aramış ve bulmuştur. Hem anneyi hem de tanrıyı... Anneyi bulmak Tanrı inancına ulaşmak oluyor. Bu arayışta Mary’e güller yol göstermiş. Güllerin sesini duymayı öğrenmiş, hatta onlarla konuşmuş. Realist bir kız olan Diana, Mary’nin normal olmadığını, ruhsal bir rahatsızlığı olduğunu düşünüyor.

Bu arada Diana bir mezar ziyareti sırasında annesinin en yakın arkadaşından, annesinin de tüm Dünya’yı gezerken Mary’e benzer bir arayış içinde olduğunu öğreniyor. Parkta rastladığı falcının anlattıkları ile Mary’nin mektupları birleşince nihayet ikizinin izini sürmek ve tabii güllerin sesini duymayı öğrenmek üzere Mary’nin mektubunda sözünü ettiği Topkapı Sarayı’nın yakınlarındaki bahçesinde güller olan köşkü ve sahibi Zeynep’i bulmak üzere yola koyuluyor.

“Gülün sesini duyabilmek için inanmak gerek” diyor Zeynep ve Diana’ya güllerin sesini duymayı öğretmeyi kabul ediyor. Hızlı bir eğitim bu, toplam dört derste güllerin sesi duyulabiliyor. Aslında yapılan akıl ve mantığı terk etmek ve kendini inandırmak. Bir çeşit inanç eğitimi. Diana ile birlikte biz de Zeynep’ten ders alıyoruz. Zeynep, sonuç olarak Diana’ya Tanrıya inanmasını vaaz ediyor. Zeynep’in aracılığıyla dinledikleri sarı çiçek bir Nasrettin Hoca hikayesi anlatıyor. Mary’nin mektubunda sözünü ettiği Sokrates’in bahçenin en nadide gülü olduğunu dersler sırasında öğreniyoruz. Aynı saksıdaki birbirine sarılmış kırmızı ve beyaz iki gülün adı ise Efes Gülü. Güllerden biri Artemis, diğeri Meryem. Güllerin gereğinden uzun diyaloğundan da Artemis’in kibirini, Meryem’im mütevazılığını öğreniyoruz. Diana da güllerin tartışmasından ikizi Mary’nin olmak isteyip de olamadığı kişi olduğunu anlıyor. Çünkü Mary, hayatta tek sevdiği insan olan annesine benziyor. Annesiyle büyüyen Diana annesi gibi olamamış ama annesini hiç göremeyen Mary ona benzemiş.

İstanbul’da beklediği Mary’nin San Francisco’ya gittiğini öğrenen Diana son dersi almadan yola koyuluyor. Eve ulaştığında Mary’nin geldiğini, annesinin öldüğü bilgisini alınca ortadan kaybolduğunu öğreniyor. Mary’nin adresi dördüncü mektupta yazılı, o da kayıp. Diana uzun aramalar sonunda bir levha üzerine kazınmış bir mektup buluyor. Annesinin yazdığı bu mektubun mesajı, romanın da mesajı; “Sende olanı ötende arama!” Yani Diana’nın aradığı ikizi aslında kendisi. Arayış da bir çeşit inanç eğitimi. Diana bu yolculuğu tamamlayarak annesinin istediği gibi Dünya nimetlerine yüz vermeyen inançlı bir kız oluyor.

Romanda Hıristiyan refaranslı isimler kullanılmış, örneğin Diana’ya paket getiren kargo görevlisini adı Gabriel (Tanrının habercisi olarak hizmet eden melek), Diana’nın parkta rastladığı, resim yapmak için üniversite eğitimini yarıda bırakmış ressamın adı Mathias (İsa’nın havarilerinden), şoförünün adı Paul (Hıristiyan kilisesinin kurucusu)... Zeynep hariç tüm kahramanlar da Amerikalı. Bu da bize romanın daha baştan uluslararası okura ulaşması amacıyla yazıldığını, planlandığını düşündürüyor.

Kayıp Gül, Ricard Bach’ın, Paulo Coelho’nun, Susanna Tamaro’nun romanlarını hatırlatan bir yapı ve içerikte. Coelho, Tamaro ve birçok benzeri basitleştirilmiş anlatımlarla yazdıkları mistik romanlarıyla bir tür inanç misyonerliği yapıyorlar. Bu romanların bir çok benzeri ve Dünya çapında potansiyel okuru var. Kayıp Gül’de de aynı hava var. Sanki, bir proje olarak üretilmiş ve bu romanlardaki tüm unsurlar uygulanmış. O romanlardaki tüm kalıplar, trükler kullanılmış. Coelho gibi Batı’ya Doğu’nun efsaneleri, meselleri ile seslenmeyi denemiş yazar. Artemis Efsanesi ve Meryem Ana hikayelerini Nasreddin Hoca’ya ve nihayetinde Yunus Emre’ye bağlayarak Tanrıya inananın önce huzuru sonra kendini bulacağı mesajını vermeye çalışmış.

26.11.2009

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Merhabalar, yazınıza bayıldım. Onca araştırma yapmama rağmen bu kadar açık, net ve detaylı bir şekilde açıklayanını bulamadım. Kitabı okuduktan sonra sizin fikirlerinizin hemen hemen hepsini ben de düşünmüştüm fakat cesaret edip de ödevime ekleyememiştim. Sayenizde hepsini ekledim ödevime. Romanın iç yüzünü çok güzel bir şekilde açıklamışsınız, tekrar çok teşekkür ederim. :)