Kumrunun Gördüğü

Ahmet Büke, yeni kitabı Kumrunun Gördüğü’nde (Haziran 2010, Can Yay.) sevdikleri, amaçları, idealleri, daha doğrusu daha güzel bir Dünya için çalışan, yaşayan insanların çektikleri acıları anlatıyor.

Ahmet Büke Kumrunun Gördüğü’ne intihar etmiş iki şairden Nilgün Marmara ve İlhami Çiçek’ten alıntılarla başlamış ve kitabını “Dicle Koğacıoğlu’nun anısına” adamış. Dicle Koğacıoğlu hakkında Hürriyet’te çıkan haber şöyle: “Sabancı Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan ve öğrencileri tarafından çok sevilen 36 yaşındaki Yrd. Doç. Dr. Dicle Koğacıoğlu'nun otomobili, Boğaziçi Köprüsü üzerinde terk edilmiş olarak bulundu. İçinde kredi kartları, çantası ve evraklarının bulunduğu otomobilinde bıraktığı not ise karakola çağrılan yakınlarına verildi. Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Koğacıoğlu'nun "Annem, babam, Poyraz (kardeşi) beni affedin çok acı var dayanamıyorum” diye yazdığı görüldü. Polis köprü üzerinde park edilen aracın kapılarının açıkta bulunduğunu belirterek kamera kaydı incelemelerinde intihar görüntüsünün bulunmadığını bildirdi.” Haberin tarihi 6 Ekim 2010. Bir hafta sonra Deniz Polisi Ortaköy yakınlarında, Boğaz sularında buluyor Dicle Koğacıoğlu’nu. Başarılı bir öğretim üyesi, aktif bir feminist, hayvansever. Haberin altına yorum yazanlar böyle bir insanın neden intihar ettiğini anlamlandıramadıklarını ifade etmiş. İntihar ona hiç yakıştırılmamış. Bu adamanın üzerinde durmamın nedeni Koğacıoğlu’nun dışarıdan baktığımızda başarılarla gelişen hayat hikayesinde intihara hiç yer olmayacağı inancı ve veda mektubunda “beni affedin çok acı var dayanamıyorum” deyişi ile Ahmet Büke’nin öyküleri arasındaki kılcal damarlardan uzanan bağ.

Sarı Rüya Defteri adlı öyküyle başlıyor kitap. 19 Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş operasyonu”nu yaşamış, “İleri derecelerde beyinde hücre ölümüne bağlı olarak kalıcı hafıza kaybı ve kayıt bozuklu(ğu), unutkanlık, yürüme bozukluğu, kendi başına hareket edememe ve hatırlayamama. Uzun süreli açlık grevlerinde ileri derecede beslenme yetersizliğine bağlı genel durum bozukluğu” diye tanımlanan Wernicke-korsakoff hastası bir kişinin ağzından anlatılıyor öykü. Ahmet Büke’nin eski çalışmalarıyla karşılaştırıldığında uzunca sayılabilecek 13 sayfalık bu öykü yazarın kitap boyunca geliştirdiği temalarının ve üslubunun tipik bir örneği. Ahmet Büke’nin yalın bir anlatımı var, kısa, kolay anlaşılır cümlelerle kuruyor öykülerini ama üslubunun havasına girmek için biraz çaba göstermek gerekiyor. Çünkü yaşamın parçalanmışlığı, sık sık araya giren görüntüler, yeni anlatıcılar, farklı bakış açıları eksik ya da yarım kalmış cümlelerle kırılmış ama parçalarına ayrılmamış bir aynada göründüğü gibi anlatılıyor. Tüm parçaları bir araya koyup bütünü kendinizce algılamanız için de öyküyü okumayı tamamlamanız, durup bir düşünmeniz gerekiyor. Gerçek hiçbir zaman doğrudan algılanan değil, öykünün de bakış açıları değiştikçe değişen (moda deyimle) ekseni kayan bir konusu, daha doğrusu konuları var. Çünkü insan hatırladığından daha çoğunu unutuyor. Unuttuklarını ya öylece bırakıyor, öykü kopuk kopuk anlatılıyor ya da boşlukları başka öyküler, bulanık anılar, düşler dolduruyor.

“Normal” olarak kabul edilen hayata uyumsuzlukları, farklılıkları, dışlanmışlıkları ile öykülerin anlatıcıları ilk satırlarda, paragraflarda düzgün cümlelerle gelişen anlatılarını ilerleyen satırlarda kendilerine has bir hale getiriyorlar. Düşle gerçek, masalla hikaye ya da anı birbiriyle harmanlanıyor. Onların dünyasında sırf insanların değil, hayvanların ve nesnelerin de dili var. Onlar da öyküye katkıda bulunuyor. Kediler, köpekler ve kitaba adını veren kumrular önemli bir rol alıyorlar anlatıda. Bu yarı fantastik anlatı havasını bıçak gibi kesen hayatın gerçekçiliği. Ahmet Büke, 2002’de yayınlanan ilk kitabı İzmir Postası’ndan beri tüm öykülerinde hayatın gerçekliğini açıkça anlatılıyor. Bir tanıma göre Ahmet Büke “sert gerçekçi” bir yazar.

Kumrunun Gördüğü’nün önceki kitaplardan farkı, tüm öykülerin aralarında görünür ve görünmez bağlar kurması. Ahmet Büke, bir tasarıyla mı yola çıktı bilmiyorum ama iki ana bölümün ilkinde “Tuzdan Köprü”de daha önce de sözünü ettiğim gibi amaçlar, idealler için çekilen, çektirilen acıların o insanların ruhuna nasıl derinden işlediğini okuyoruz. Öykülerini bölük pörçük, kırık dökük, yarı fantastik bir dille anlatan, bir anlamda “kaybeden” olmuş, oldurulmuş bu insanların iç’leri yansıyan. Açlık grevindeki direnç; bir Cumartesi annesi’nin ilk kez eylemde yer alışı; 12 Eylül 1980 darbesi hemen öncesinde kaybolan baba, tutuklanan anne, ortada kalan çocuk; Bir Mayıs öncesi bastırılan illegal afiş; 12 Eylül sonrası taciz edilen, kapının önüne konulan işçiler ve duvardan inme zamanı gelen Milli Güvenlik Konseyi’nin çerçeveli resmi; işkence sonrası öldü diye terk edilenler; öldürülen civcivler, ölüme terk edilen Ruhi Bey’ler; mahallenin bazı ölüleri... Ziyan edilen hayatlar... Tüm anlatılanlar bir açıdan bakıldığında da alabildiğine politik. Ahmet Büke, hayata bakışını, siyasi duruşunu anlattığı hikayelerin birleşip bir tablo oluşturan bütünlüğünde kendi hiç sözü almadan görünenin ardını paylaşıyor.

Kumrunun Gördüğü’nün ikinci bölümü “Sesler”de insanlara bu acıları yaşatanların, işkencecilerin, katilerin öyküsü var. Bölüm başındaki alıntıdaki gibi “sonunda yedi kat gökten kulağına kurtuluş sesleri gel”iyor. “Sesler” adlı 73 sayfalık öykünün teması ilk bölümü tamamlıyor; eskilerden aklıma düşen bir deyişle “kimsenin kanı yerde kalmıyor.” Üzerinden onlarca yıl geçmiş de olsa suçsuz yere işkence edilen, eziyet gören, aklını kaybeden, onarılmaz acılarla hayatı hiçbir yerinden tutamayanların, öldürülenlerin, katledilenlerin hesabı soruluyor katillerden, işkencecilerden.

Kumrunun Gördüğü son yıllarda okuduğum en etkileyici öykü kitaplarından. Sıkça rastlanan düzeltme ve redaksiyon hatalarını görmezden gelip, anlatımı, dili, konusuyla edebiyatın tadını veren bir kitap okumak istiyorsanız öneriyorum.

19.08.2010

Yorumlar