Aşk Yanığı

Bir otobüs kazası ile başlıyor Feridun Zaimoğlu’nun romanı Aşk Yanığı (çev. Nafer Ermiş, Ağustos 2010, İmge Kitabevi). David (Davud), ailevi bir sorun nedeniyle Türkiye’ye gelmiştir. Bir gece yolculuğu sırasında çok kişinin öldüğü otobüs kazasından şans eseri kurtulur. Onun hayatta kalmasına sarışın bir kadın yardım ediyor, su veriyor, alnındaki kanı siliyor, doktoru getiriyor. Alman plakalı bir arabadan inmiştir kadın. David’e yardım ettikten sonra da arabasına binip gider. David o anda, ilk bakışta âşık olmuştur kadına.

David uzun ve garip bir hastane macerasından sonra Almanya’ya döndüğünde aklında kadının bindiği arabanın plakası ve kadının parmağında gördüğü mine kaplı yüzük, elinde kadının son anda düşürdüğü saç tokası ve yüzünde kazadan kalan belirgin yara izleri vardır.

Aşk Yanığı’nın 55 sayfalık ilk bölümü kazanın ve ardından yaşanan hastane günlerinin öyküsünden oluşuyor ve David’in Almanya’ya dönüşü ile son buluyor. “Karaciğer”, “Duman”, “Bıçak” gibi takma adları kadar kendileri de garip hastalarla yaşananlar ilk bakışta romanın bütünlüğünden kopuk gibi görünüyor. Sanırım Zaimoğlu, hastane sayfalarını hem kahramanının yersiz yurtsuzluğunu, yalnızlığını belirginleştirmek için yazmış hem de “aşk”ın doğuda (Türkiye) ve batıda (Almanya) erkeklerce ne kadar farklı kavrandığını anlatmak için. David, Almanya’da büyümüş, orada hayatını sürdüren biri olmasına rağmen bir Alman olmadığını daha net kavrıyor hastanede. Tabii, hastanede dinlediği hikâyeler, insanların davranışları ve özellikle bakış açıları, felsefeleri tam anlamıyla Türk olmadığını, bu bakış açısına, anlayışa sahip olmadığını ve olamayacağını da düşündürüyor ona.

David, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını hatırlatan bir kahraman. Bir dönem borsada oynamış, çok para kazanmış ve borsadan paralı ayrılmayı becermiş. O parayla hayatını sürdürüyor. Zaman geçirmek için yaptığı hemen hiçbir şey yok. Bomboş ve sıkıcı bir hayatı var. Daha sonra seyahatlerinde ona eşlik edecek Gabriel dışında pek arkadaşı da yok. Hayatına giren kadınlar kalıcı olmamış. Akrabalarıyla ilişkisi de oldukça zayıf. Yani Almanya’ya, Kiel’e dönüşünde onu bekleyen bir şey yok. Dönmese kimse fark etmeyecek yokluğunu. Belki de hayatındaki boşluğu doldurmak amacıyla sadece bir an gördüğü ve o anda âşık olduğu kadını arayıp bulmaya karar veriyor.

Araba plakasından kadının oturduğu şehri buluyor; Nienburg. Kuzey Almanya’da küçük bir kasabadır burası. Bir süre nerede bulacağını bilmeden kadını aradıktan sonra onunla bir kafede karşılaşıyor. Kadın onu tanımıştır. “Benden ne istiyorsun?” diye sorar. “Senin aşığın olmak istiyorum” diye cevap verir David. İsmini bir kuzey efsanesinden alan Tyra evli, iki çocuk sahibi olduğunu söyler ve bu işten vazgeçmesini ister. Kafeden çıkıp ayrılırlar ama tam David arabasıyla gidecekken yan camda bir şey tıkırdar, önce yüzüğü, sonra Tyra’yı görür. Birlikte şehir dışındaki bir otele gidip sevişirler. Sabah uyandığında Tyra yoktur. “Benim aşığım olamazsın” diye başlayan ve “bu iş burada bitsin” diyen bir not bırakmıştır Tyra.

Kadın için bir gecelik bir kaçamak olan bu sevişme David için başlangıç olur. O artık iyice aşka, daha doğrusu Tyra’ya kapılmıştır. Kiel’e eski hayatına döner ama onu unutamaz. Tekrar Nienburg’a gider. Tyra’nın kocasının eczanesini bulur. Tyra’nın Ortaçağ hakkında doktora yapmak üzere Göttingen’e gittiğini öğrenir. Göttingen Üniversitesi’ni arayınca da Tyra’nın Prag’da olduğunu... Aşk hayatı hayal kırıklıkları ile dolu olan en yakın arkadaşı Gabriel’le Prag’a giderler.

Prag’da Tyra’nın izini sürebilmek için tuttuğu rehber “Çek kızı” (Jarmila) David’in saplantısından kurtulması için bir fırsattır aslında. Zaten bu karşılaşmadan sonra roman da ekseninden kayar. Prag’daki kilise, mezarlık ziyaretleri, efsaneler, masallar romanın yapısı içinde tam oturmaz. Okurun romandan kopması tehlikesini bile getirir.

Aralarında gelişen ilişki, Çek kızı’nın büyüyen sevgisi David’de karşılığını bulamaz. David’in aklı Tyra’dadır. Aşk yanığı aşk hastalığına dönüşmüş, saplantı halini almıştır. Ama Gabriel’in kırık aşk hikâyeleri gibi Jarmila’nın ressam sevgilisi Lanetli ile ilişkisi de, romanda anlatılan başka aşk hikâyeleri de günümüzde aşkın nasıl yaşandığı, kavrandığı, düşünüldüğü gibi konulara farklı açılardan bakmak ve tartışmak açısından yeni fırsatlar verir yazara. Günümüz yaşam biçimi, bir gecelik ilişkiler, günümüzde aşkın, kadın –erkek ilişkilerinin geçmişe göre farklıymış gibi algılatsa da aslında insan varolduğundan beri pek değişmemiştir.

Feridun Zaimoğlu, David’te yarattığı “yabancı”yla varoluşçuluğun temel tartışmalarını tekrar gündeme getiriyor. David, Tyra’nın izini sürerken aslında kendi varlık sebebini sorguluyor. Peşine düştüğü şeyin aşk olduğunu sansa da ulaşmak istediği Tyra ile birlikte yaşam değil kendi hayatındaki “boş”luğu doldurup anlamlı kılmak, yoksa yaşamak için hiçbir gerekçesi kalmayacak. Romanın ilerleyen sayfalarında kocasını (aslında çocukları yoktur) terk ettiğini öğrendiğimiz Tyra’nın da kendine has, varoluşuna dönük bir arayışı var. Tyra, varoluşunun anlamını dine sıkıca bağlanmada buluyor.

Eleştirmenler, Zaimoğlu’nun Aşk Yanığı’nda modern bir aşkı, romantizm geleneği içinde anlatmayı başardığını yazmış. Yeni bir hayata başlamak için bir an gördüğü bir kadının peşine düşmek romantik bir tavır olarak görülebilir mi? Kuşkuluyum. David’in arayışının aşksal değil varoluşsal olduğu, Dünya’da varolması için bir neden aradığı göz önüne alınırsa Aşk Yanığı’na varoluşçu bir roman demek daha doğru sanırım. Kaybeden adayı olarak emin adımlarla ilerliyor David. Zaimoğlu’nun alttan alta mizahi, alaycı anlatımıyla birlikte varoluşçu etkiyi daha yoğun alıyoruz. Anlatımın bilinçakışı tekniğine yakın olması, diyalogların ayrıca belirtilmeyip anlatımın içine yedirilmesi de bu etkiyi sağlayan bir unsur.

07.10.2010

Yorumlar