Ölülerimiz Bir Tutar Bizi

Osman Akınhay’ın yeni anlatısı Ölülerimiz Bir Tutar Bizi’nin (Eylül 2010, Agora Kit.) yayınlanışı 12 Eylül darbesinin otuzuncu yılına denk geldi. Türkiye’de 70’li yıllar, özellikle gençlik için devrimci bir coşku halinde geçmişti. Önce 68 kuşağı, ardından 78 kuşağı bu on yıllık zaman dilimi içinde mücadelelerini verdi ve askeri darbe ile devrim düşleri kabusa dönünce kendileriyle ve inançlarıyla bitmeyen bir hesaplaşma içine girdiler.

Ölülerimiz Bir Tutar Bizi’nin anlatıcı kahramanı da geçmişle hesaplaşanlardan. 80 öncesinde devrimci mücadele içinde yer almış bir grup eski Mülkiyeli’nin otuz yıl sonra buluşmasında anlatılmaya başlanıyor hikaye. Eski günleri yad etme amacıyla yapılan bu toplantıda anlatıcı anıların verdiği coşkuya ya da toplu hüzün havasına kendini pek kaptırmadan dinliyor eski mücadele arkadaşlarını. Bir yandan konuşulanlara kulak misafiri olurken bir yandan da bakışları kendiyle aynı yaşlarda, büyük bir olasılıkla aynı toplantı için gelmiş bir kadınla buluşuyor. Kadının bakışlarından anlamlar çıkartıyor, aldığı mesajları çözmeye çalışıyor. Kadınla uzun uzun bakışır, yeni bir ilişki, belki bir aşk için umutlanırken onu nereden tanıdığını bulmaya çalışıyor ve öğrencilik yıllarının anılarına dönüyor.

Osman Akınhay’ın anlatımı biraz bulutlu, örtülü. Arif olan anlasın, der gibi bir tarzı var. Toplantı yerinin Ankara’da olduğunu, muhtemelen Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde buluşulduğunu biz okur olarak ancak “vehmediyoruz”. Daha doğrusu bazı işaretleri anlamlandırıp bu düşünceye varıyoruz. Kitabın kapağındaki demir parmaklıklar ardındaki yapının Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi olduğunu düşünüyoruz. Kitabın künye sayfasında yer alan Akınhay’ın oldukça ketum biyografisindeki “1976’da SBF’ye, 1980’de hapse girdi” cümlesini kapakla bağıntılandırarak anlatıcının hatırladığı zaman diliminin 1976 – 80 arası olduğunu düşünüyoruz. Yazarın hayat hikayesi ile romanda anlatılanların örtüşebileceğini öngörüyor, otobiyografik izler taşıyan bir yapıt okuduğumuz kanısına kapılıyoruz. 70’li yılları yaşamamış biri bu anlatıyı kafasında nasıl konumlandırır, neler anlar, merak etmemek elde değil.

Romanın anlatıcı kahramanı, bakıştığı kadının kimliğini çözmek amacıyla geçmişini deşerken öncelikle yaşadığı neredeyse tamamı kırık, çoğu platonik olan ilişkileri, sevdalanmalarını hatırlıyor. Yoğun, insanın 24 saatini alan devrimci mücadele içinde yaşanmış şeyler bunlar ve belki de o nedenle gelişememiş. Çünkü gündemde devrim var, mücadele var. Bu olgu nedeniyle de anlatıcı geçmişte kalmış sevdalarını, o zamanlar tanıdığı kadınları düşünüp anılarını canladırınca devrimci mücadelesini de hatırlamış oluyor. Akınhay karakter tahlillerine, ayrıntılı yer ve zaman tanımlamalarına girmiyor. Yıllar sonra ne kadar hatırlanırsa o kadarıyla yetiniyor. Anlatı romandan çok uzun öyküye yakın duruyor bu nedenle. Bu küçük, parça parça anılar bir militanın kısa mücadele yıllarının belleğimizde canlanmasını sağlıyor; Boykotlar, işgaller, kavgalar, silahlı eylemler, öldürülen arkadaşlar, başarısız bir soygun girişimi ve sonrasında tutuklanma, işkence, hapis ve son nokta 12 Eylül Darbesi. Toplam üç ya da dört yıllık bir dönem.

Anlatıcı bir yandan hatırlarken, bir yandan da sorguluyor kendini. Bu kısacık ama yoğun dönem birçokları gibi onun da geleceğini belirlemiş. Uzun hapislik döneminde ve sonrasında o dönemin anıları ve “nerede yanlış yaptık?” sorusunun cevabını aramak hayatında belirleyici olmuş. Yeniden mücadeleye girişmemek için acılar bahane olmuş. “Anlamak zor değil: Hayatımızın çok uzun olmayan, olsa olsa on yıl sürmüş bir kesiti damgasını vurmuş bütün ömrümüze; ilkin coşkunluğu, sonra dramı, yorgunluğu ve travmasıyla zihnimizi kaplamış, örtmüş. Gücümüzü aşan dalgalar bir kıyıya atmış bizi – kayalarla çakılların arasında bırakıp geri çekilmiş. Şimdi oturup anmak iyi ve güzel geliyor bize, eskiden yürümek ve koşmak bir eylemken. O yüzden artık yıldönümleri hatırlatıyor tarihin dönemeçlerini, eskiden bir ütopyanın müjdecisiyken sadece, kan ve ateş.”

Geçmişi anmak amacıyla toplanan 60-70 kişilik grubun içinde devrimci mücadeleyi sürdürmüş tek bir kişi bile olmaması anlamlı. Çekilen acıların yoğunluğu, derinliği, uzun hapislik yılları gibi çeşitli gerekçeler bulunabilir. Ama sonuç olarak askeri cunta amaçladığını başarmış “devrimci mücadele”ye büyük bir nokta koymuş. Geçen otuz yılda devrimci hareket bir daha 70’li yılların heyecanını yakalayamamış. 78 kuşağının “kitlesel başkaldırı” ruhu bir daha başka kuşakta yaşanmamış. Anlatıcı otuz yıl öncesini bu sürdürememişliğin verdiği yenilmişlik duygusu ile anar, açık bir dille eleştirirken bu toplantıda biraraya gelmelerini sağlayan tek şeyin de kitabın adında söylendiği gibi “ölülerimiz” olduğunun farkında.

Yorumlar