Tohum Ölmezse

André Gide’nin özyaşam öyküsünü anlattığı Tohum Ölmezse (Ağustos 2010, Can yay.) nihayet Türkçe’de. Orijinali 1924’de yayınlanan kitap Aysel Bora’nın çevirisi ile yayınlandı. Tohum Ölmezse’de André Gide çocukluğundan başlayarak yirmi altı yaşına kadar ailesini ve okul hayatını, yazmaya başlamasını, dostlarını, aşklarını anlatıyor.

André Gide, 1869’da doğmuş. Babası protestan annesi katolik. Çocukluk çağındayken hukuk profesörü babasını kaybediyor ve tamamen annesine bağımlı olarak büyüyor. Annesi dinine bağlı, disiplinli, korumacı bir kadın. Oğlunu da tamamen kontrol altında tutarak, baskıcı bir anlayışla yetiştiriyor. Yediğine, içtiğine, okuduğuna, arkadaşlarına kısacası her şeyine karışıyor. Annenin bu tavrı André Gide’in içine kapanık bir çocuk olarak büyümesine neden oluyor. Pek fazla arkadaşı yok. Bu nedenle de aile bağları çok önemli. Kuzenleriyle arkadaşlık ediyor ve kendinden iki yaş büyük kuzini Emmanuele’ye âşık oluyor. Sık sık hastalandığı ya da hasta numarası yaptığı için düzenli olarak okula da gitmiyor. Eğitimini genellikle özel öğretmenlerle sürdürüyor. André’nin müziğe ve edebiyata yetenekli olduğu anlaşılıyor. Piyanoya tutkuyla bağlı... Nereye gitse kendi piyanosunu götürüyor ya da bir piyano bulup çalıyor.

André Gide, ilk gençlik çağlarında dinine bağlı, dini kurallara uyan, onlarla hayatını biçimlendiren bir kişilikte. Anlattıklarından birçok duygusunu, arzularını içine attığını, bastırdığını hissediyoruz. İlginç olan da bu kadar katı ahlakçı bir anlayışın bireysel açıdan en uç noktaya dönüşmesi.

André Gide’in hayatı edebiyat çevreleri ile tanışması ile birlikte değişiyor. Edebi ve felsefi okumaları onun kendini sorgulamasını sağlıyor. Pierre Louys, Mallarme ilk tanıştığı yazarlar. Özellikle Oscar Wilde’la tanışmasından ve onun cinsel tercihlerini ifade etmedeki rahatlığından etkilendiğini söyleyebiliriz.

349 sayfalık kitabın ilk 263 sayfasında tanıdığımız André Gide ile 86 sayfalık ikinci bölümdeki André Gide tamamen zıt kişilikler. 24 yaşında yakın arkadaşı Paul Laurens’le birlikte Cezayir’e gitmek üzere gemiye binene kadarki yaşam biçimini şöyle tanımlıyor, “O zamana kadar İsa ahlakını ya da en azından, bana İsa ahlakı olarak öğretilmiş olan belli bir püritanizmi kabul etmiştim. (...) Kuralsız yaşamayı asla kabul etmiyordum, tenimin isteklerini ille beynim onaylamalıydı.”

Gide’in Cezayir yolculuğu bastırdığı duyguların ortaya çıkmasını, kendini ve cinsel eğilimlerini keşfetmesini sağlıyor. Annesinin baskılarından kurtulunca tamamen özgürlükçü bir yapıya bürünüyor ve teninin isteklerine kapılıyor. İlk cinsel ilişkisini kurduktan sonra bastırdığı eşcinselliğini keşfediyor ve bir süre ikilemler yaşıyor. Cezayir’de Oscar Wilde’la karşılaşmaları ve birlikte yaşadıkları sonrasında cinsel tercihini açıkça ifade etmeye karar veriyor ki bu kitap da onun bir örneği sayılabilir.

Gide’deki değişimin farkına varan annesinin ve akrabalarının baskısı ile Fransa’ya dönüyor. Bu bir anlamda eski “pürüten” yaşamına da dönüştür. O sırada hastalanan annesinin ölümü ile birlikte Gide son iki yılda yaşadıklarını sorguluyor. “Annemin sağlığında peşinden koştuğum o özgürlük bile açık denizdeki rüzgâr gibi beni serseme çeviriyor, beni boğuyor, belki de korkutuyordu” diyor. Erdemin ta kendisi olarak gördüğü kuzeni Emmanuele’ye tekrar evlenmeyi teklif ediyor ve bu kez Gide’in bir düzene gireceğini uman ailesinin de etkisiyle teklifi kabul ediliyor.
André Gide’in yaşamının ilk yirmi altı yılını anlattığı Tohum Ölmezse’yi okurken ister istemez yaşam öyküsü ile karşılaştırıyoruz. Anlatmadığı, es geçtiği birçok ayrıntı olduğunu fark ediyoruz. Gide de durumun farkında olmalı ki kitabın ilk bölümünün son paragrafını (s. 262- 263) bu konuya ayırmış. “Bu anıları okuması için verdiğim Roger Martin du Gard, hiç dişe dokunur bir şey söylemedikleri ve okuyucunun susuzluğunu gideremedikleri gerekçesiyle onları eleştiriyor. Oysa niyetim her şeyi söylemekti. Ama iç dökmede öyle bir eşik var ki, insan kendini zorlamadan, yapaylığa düşmeden bunu aşamıyor; ve ben özellikle doğallık peşindeyim. (...) Gerçeklik endişesi ne kadar büyük olursa olsun, anılar her zaman için ancak yarı yarıya samimidir: Her şey söylendiğinden daima çok daha karmaşıktır. Hatta belki de romanda gerçeğe daha fazla yaklaşılmaktadır.”

09.09.2010

Yorumlar