Bir Gölgenin Ardından



“Babamı yazmaya hastaneye yatmadan on beş yirmi gün önce başlamıştım. Sonun yakında olduğunu hissediyordum. Bir gece kendiliğinden gelmeye başlamıştı kelimeler; sanki yıllardır içimde birbirine girmiş halde dolaşan bin bir düşünce, anı, isyan, kızgınlık, sorgulama, sevinç, hüzün, kahkaha, gözyaşı artık taşıyamayacağım yük olmuşlardı beynim için ve kendilerini benden dışarı atmak istiyorlardı. Yaşanmışları düşünmeye de o günlerde başladım. Farkında olmadan, eski güzel günleri anımsamanın yaşamakta olduğum karamsar günlerde bana huzur vermesini umuyordum.”

90’lı yılların başından beri eserlerini okuduğumuz Ahmet Erözenci yeni kitabı Bir Gölgenin Ardından’da (Ekim 2010, Literatür yay.) ölüm döşeğinde yatan babasını, onunla ilgili anıları yazıyor. Ama bu kronolojik bir anlatım değil. Bellekte canlanan anı parçaları, nesnelerin, eşyaların, eski fotoğrafların hatırlattıkları bazı görüntülerin canlanmasına neden oluyor.

Yazarın babası içine kapanık diyebileceğimiz, konuşmayı, derdini de sevincini de paylaşmayı pek sevmeyen, kısaca ketum biri. Garantili ve sorunsuz bir yaşam kurmuş, bu yaşamın da aynı biçimde sürmesini arzulamış. Küçük dertler ve bolca sağlık sorunu dışında da hayatında bu arzusunu gerçekleştirmiş. Memuriyet hayatını “aman laf gelmesin, başım ağrımasın” diyerek etliye sütlüye karışmadan geçirmiş. Çocuklarıyla, diğer aile fertleriyle de ilişkisini aynı hayat felsefesi ile yürütmüş. Çok büyük dertler çıkartmadıkları, sorunsuz hayatını etkilemedikleri müddetçe onların yaşamlarına da karışmamış, müdahale etmemiş, ne çok üzülmüş, ne çok sevinmiş. En azından hislerini yansıtmamış.

Yazar geriye dönüp baktığında babasını pek de tanımadığını hissediyor. Birikmiş, anlatılacak, yadedilecek pek fazla anı yok belleğinde. Babasını yaşamı boyunca bir gölge olarak gördüğünü algılıyor. “Oradaydı ama kendini göstermiyordu; varlığını gölgesi kanıtlıyordu. (...) Gölgesini kendini saklamakta kullanıyordu; yaşamının bilmediğim bir noktasında spotların üzerine çevrili olmamasına karar vermiş ve sanki o an itibariyle geçmişini tümüyle unutmuştu” diye yazıyor Erözenci. Babasının “yaşamını sorunsuz yaşayabilmek için gölgede kalmayı yeğlediğini” düşünüyor.

Bir Gölgenin Ardından’ın bir anı kitabı olmadığını düşündüren de bu olgu. Yeterince, belki hiç tanımadığımız, daha doğrusu tanımadığımızı anladığımız birini nasıl anlatırız? Bu soruya aradığı cevap Ahmet Erözenci’yi anı, biyografi gibi yazı türleri üzerinde düşündürüyor. Başka yazarların nasıl yazdığını, yakınlarını, babalarını nasıl anlattığını araştırıyor. Bu araştırma onu kendi eserlerine de yöneltiyor. Eserlerinde “baba” olgusunun sık sık yer aldığını görüyor. Ama oralarda anlattığı baba’larla kendi babası arasında pek fazla benzerlik yok. Daha doğrusu idealindeki babayı anlatmış. O eserlerdekiler daha konuşkan, dertlerini, sıkıntılarını paylaşan, çocuklarıyla yakından ilgilenen, onlara yol gösteren babalar.

Bir Gölgenin Ardından türü pek kolay tespit edilemeyecek bir eser. Literatür Yayınları “Biyografi – Otobiyografi – Anı” başlıklı dizisinde yayınlamış ama anlatı yanı ağır basan zaman zaman denemeye de kayan bir yapısı var kitabın. Arka kapağında da hiçbir şey yazmıyor. Yani önkoşullanma, yönlendirme söz konusu değil. Böyle olunca da okur olarak doğrudan eserle karşı karşıya kalıyorsunuz. Erözenci’nin babasını anmayı kolaylaştıracak, ebedileştirecek şeyler yazmak arzusu ile yola çıktığını bilmemize rağmen benim kanım kitabın “anlatı” olarak değerlendirilebileceği yönünde. Okur olarak benim gözümde eserin anlatı yönü yapısı ve anlatımıyla daha ağır basıyor.

23.12.2010

Yorumlar