Sunset Park



Paul Auster çok üretken bir yazar. Hemen her yıl yeni bir romanını okuyoruz. Geçtiğimiz ay yayımlanan Sunset Park (Ocak 2011, çev. Seçkin Selvi, Can yay.) on altıncı romanıymış. Paul Auster yine çok iyi bildiği bir yerde New York’da, Brooklyn’in yoksul bir semtinde, Sunset Park’da geçen bir öykü anlatıyor.

Romanın kahramanı Miles Heller, çok sevdiği üvey kardeşi ile sokakta itişmesinin sonucunda trafik kazasında onu yitirdikten sonra çektiği vicdan azabıyla evini ve okulunu terk etmiş, günü gününe yaşayarak, geçici işlerde çalışarak Güney Florida’ya varmıştır. Yıl 2008, Amerika Birleşik Devletleri aniden patlayan ekonomik kriz içinde. Kredi borçları ödenmediği için bankalarca el koyulan ve hemen satışa çıkartılacak olan evlerin temizlik işinde tanıyoruz onu. Miles, içine kapalı bir genç. Çevresiyle pek ilişki kurmuyor. Bing adlı kendisini çok seven, güvenen bir arkadaşı dışında geçmişiyle de bağlantısını kopartmış. Adeta, demir parmaklıksız bir hapishane ortamı yaratmış, bütün dünya zevklerinden uzak, hemen hiçbir lüksü olmadan yaşayarak işlediğini düşündüğü suçun bedelini kendince ödemeye çalışıyor. Bu yarı çileli hayatın dönüm noktası bir parkta tanıştığı Küba asıllı güzel Pilar oluyor. Pilar henüz 16 yaşında bir lise öğrencisi. İlişkileri hızla gelişiyor, birlikte yaşamaya başlıyorlar.

Pilar’la ilişkisi Miles’ın geleceğe dair planlar yapmasına neden oluyor. Tutkuyla bağlandığı kızla 18 yaşına girer girmez evlenmeyi kuruyor. Onun üniversite eğitimine destek olmayı planlıyor. Bu planları Pilar’ın ablası Angela bozacak, terk edilmiş evlerde bırakılmış eşyadan istediklerini çalıp getirmeyeceğini anlayınca Miles’ı reşit olmayan kızla birlikte olduğu için ihbar edeceğini söyleyerek tehdit edecektir.

Hapis edilmekten korkan Miles, Pilar’ın on sekizini doldurana kadar, altı aylığına Florida eyaletini terk etmeye karar verir. Arkadaşı Bing’in ısrarı ile New York’a döner ve Bing’in arkadaşlarıyla birlikte Sunset Park’ta işgal ettiği terk edilmiş eve yerleşir.

New York’a dönüş demek geçmişe de dönüştür. Miles’ın ailesini, o daha altı aylıkken ayrılan anne babasını, üvey annesini, üvey babalarını tanırız. Annesi başarılı bir sinema ve tiyatro sanatçısıdır ve bağımsız filmler yapımcısı son kocasıyla Kaliforniya’da yaşamaktadır. New York’a gelip yeni oyununun provalarına başlamıştır. Babası küçük ve bağımsız bir edebiyat yayınevinin sahibidir. Yayınevini batırmadan ve satmaya mecbur kalmadan ekonomik krizin olumsuz etkilerini aşmaya çalışmaktadır. Ona her zaman sevgi ve şefkat göstermiş olan üvey annesi İngiliz edebiyatı profesörüdür ve misafir hoca olarak İngiltere’ye gitmiştir.

67 sayfalık uzun ilk bölümde Miles ve ailesini tanıdıktan sonra roman yeni karakterler kazanıyor. Sunset Park’taki evde yaşayan Bing’i ve diğer ev arkadaşlarını tanıyoruz. Bing, “Geleceği çoktan yitirilmiş olduğunu kabullenir, o yüzden de önemli olan sadece bugünse, bugünü geçmişin ruhuyla yoğurmanın gerekli olduğu görüşündedir” (s.72). Cep telefonu, bilgisayar gibi aletler kullanmayı reddeder ve tüketim toplumunun bozulan her şeyi çöpe atmasına karşı çıkıp daktilo, tüplü radyo, pikap, dolmakalem gibi atılacak eşyayı tamir ettiği bir dükkan açmıştır. Kırık Eşyalar Hastanesi adını verdiği küçücük dükkanın dışındaki zamanını altı kişilik bir caz grubunda davul çalarak geçirmektedir. Bing “ayı gibi iri kıyım bir adamdır.” Bu nedenle de aşk hayatı yok denecek durumdadır. Miles’a aşırı düşkünlüğünün altında gizli bir eşcinsellik olup olmadığından kuşkulanmaktadır.

Evin diğer sakinleri, aşk ilişkisi bitmek üzere olan doktora öğrencisi Alice ve 5 yıl önce on altı yaşındaki öğrencisiyle yaşadığı yaz aşkını unutamamış, depresyonun eşiğinde cinsel düşler kuran Ellen’dir. Bu on altı yaşın bir gizemi olmalı. En azından ABD’de reşit olmayanlarla ilişki kuranların, özellikle kadın öğretmenlerin öyküleri, başlarına gelenler sık sık basında yer alıyor. Paul Auster, bu konuyu irdelemeyi belki de başka bir romanına bıraktığı için olayların ayrıntılarına, kurbanların neler yaşadığına girmiyor. Miles’la Pilar’ın ilişkisinde hapis tehdidi dışında bir sorun yok, insanlar 28 yaşındaki bir adamla 16 yaşın tüm özelliklerini gösteren bir kızın aleni ilişkisini biraz garipsiyor ama kimse tepki göstermiyor. Ellen ise bir yaz boyu süren ilişkisini hamile kalarak geride bıraksa da herkesten gizli tutmayı başarmış. Onun sorunlarının ve travmasının kaynağı baba adayının reşit olmaması nedeniyle çocuğu aldırtmak zorunda kalması.

Miles yakışıklılığı ve cinsel cazibesi ile aşk umutları yeşertir, onların hem cinsellik ve aşk açısından kendileriyle hesaplaşmalarına neden olur. Miles’ın liseli sevgilisine çok bağlı olduğunu anlayınca umutları sönen Alice ve Ellen yeni arayışlara girerler. Bu arada Alice’in yazmakta olduğu tezinden söz etmekte yarar var. “Tezinin konusu, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki yıllarda Amerika’nın durumu; 1945-1947 arasındaki çoğu suç romanları ve ticari Hollywood filmlerinde yansıtıldığı biçimiyle kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler ve çelişkilerin bir incelemesi” (s.92). Alice, tezinin bir bölümünde William Wyler’ın 1946’da çektiği Hayatımızın En Güzel Yılları’nı inceliyor ve bu incelemesine bizi de ortak ediyor. Onun başvurduğu kaynaklardan alıntılar okuyoruz. Alice, savaştan dönen insanların ülkelerinde, evlerinde yaşadıklarını, insanların onların travmalarına nasıl duyarsız kaldıklarını bana gereksiz gelen şekilde uzun uzun anlatıp eleştiriyor. Biz de ister istemez, Alice’in tez konusu ile romanın geçtiği 2008’de ABD’nin yaşadığı ekonomik krizin ve Irak işgalinin benzer etkilerini düşünüyoruz. Bu filmin diğer göndermesi de kuşkusuz Miles’ın durumuna ve dönüşünedir. Miles’ın New York’a dönmesi ailesiyle yüzleşmesini de beraberinde getirecek, filmdekine benzer durumlar yaşanacaktır.

Alice’in araştırmasındakini andıran bir bilgi yağmuru da Miles’ın beyzbol tutkusundan geliyor. Miles eski beyzbol yıldızlarına meraklı, onlar hakkında kitaplar okuyor, hayatlarını, beyzbolu neden bıraktıklarını, sporu bıraktıktan sonra neler yaptıklarını öğrenmeye çalışıyor. Biz okurlara da bol bol bilgi veriyor. Beyzbol, Amerika’nın en önemli spor dalı. Bu bilgiler Amerikalı okur için ilginç gelebilir ama beyzbola aşina olmadığımız ve sözü edilen isimleri tanımadığımız için bize çok cazip görünmediğini, sıktığını söylemeliyim. Beyzbol yıldızlarının yaşadıkları bazı hazin sonlar, onların başına gelenlerdeki rastlantısallık payı ise Miles’ı da bizi de düşündürüyor. Örneğin sakatlanan arkadaşının yerine oyuna girip yüzüne top çarpıp kör olan ve beyzbola veda eden oyuncunu yaşadıkları ile Miles’ın kardeşinin ölümüne neden olmasındaki tesadüf sanki birbirine benziyor. Miles, “benim solumda değil de sağımda olsa bugün yaşıyor olacaktı” diye düşünüyor.

Bing, Alice ve Ellen’ın ayrıntılı olarak anlatılan öyküleri ile konu dağıldıktan sonra Miles’ın evdeki ve mahalledeki hayatını anlattığı kısa bir bölümle roman toparlanıyor ve Miles’ın ailesinin öykülerinin anlatıldığı yeni bölüm başlıyor. Miles’ın babasının yayınevini kurmasının öyküsünü, yazarlarıyla dostluğunun boyutlarını, ilk yazarlarından, yakın dostu Martin Rothstein’ın genç yaşta intihar eden kızı Suki’nin trajik cenaze töreni ve ardından bir başka yazarı ve yakın dostuyla yemek yediği, bir zamanlar oğluyla sık sık gittiği mahalle lokantasının oluşturduğu atmosferde öğreniyoruz. Suki’nin tamamen yitip gitmiş olması ister istemez 7,5 yıldır görmediği oğlu ile yaşadıklarını, ilişkisini sorgulamasına neden oluyor. Oğlunu hiçbir şekilde kaybetmek istemediğine karar veriyor. Oğlu hakkındaki tek bilgi kaynağı Bing’den Miles’ın New York’da olduğunu öğrenmiş olması. Miles’ın aramasını bekliyor. Umudu aralarındaki soğukluğun nedenini anlamak ve ilişkilerini tekrar yoluna sokmak.

Aynı hesaplaşmayı ömrü boyunca yılda iki kereden fazla oğlunu görmemiş olan Miles’ın annesi Mary-Lee de yaşayacaktır. Bu hesaplaşma, Mary-Lee’nin hayat öyküsünün ayrıntılarına girmemizi, mesleki kariyer uğruna oğlunu bırakıp gidişinin nedenlerini ve sonrasında yaşadıklarını öğrenmemizi sağlıyor. Oğlunun New York’da olduğu haberini eski kocasından alan Mary –Lee aranmayı beklemektedir. Zaten Miles da hem annesini hem babasını aramış, onlara ulaşamayınca da notlar bırakmıştır. Tekrar arayacaktır.

Paul Auster “Hepsi” başlıklı son bölümde 181 sayfadır tanıttığı kahramanlarının öykülerinin hepsini çözümlüyor. Çoğunlukla mutlu sonlar yazmış. Sadece Sunset Park’taki evin beklenildiği gibi polislerce tahliyesi sırasında yaşananlar ve Miles’ın başına gelenler cansıkıcı, biraz sakin davranılsa yaşanmayacak şeyler. Ama eğer Miles isterse onların da hukuk yoluyla çözümlenmesi olası.

Paul Auster, Sunset Park’ta yine bizi şaşırtmıyor. Bildiği bir mekanda, Brooklyn’in Sunset Park semtinde, kronolojik akışlı ama postmodern göndermeleri de olan önceki romanlarını, oralarda işlediği konuları sık sık hatırlatan bir roman Sunset Park. Tanıtımındaki gibi “başyapıt” diye nitelendirmeyi Paul Auster’in çok daha iyilerini yazdığını hatırlatarak abartma bulsam da sonunu merak ettiren keyifli bir roman okuduğumu söylemeliyim.

10.02.2011

Yorumlar