Az



Son yılların popüler romancılarından Hakan Günday, okurlarının beklentilerini karşılayacak bir romanla geldi yine. Az’da (Nisan 2011, Doğan Kitap) cinayetler, tecavüzler, saldırılar, kavgalar yani şiddetin her türlüsü sert bir anlatımla geçit yapıyor. Zaten roman da bu şiddetin altı çizilerek tanıtılıyor; “Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”

Az iki ayrı anlatıdan oluşuyor. Öykülerden birinin kahramanı Derda, diğerinin Derdâ. Öncelikle bu isimlerin ne anlama geldiğine, roman açısından özel bir göndermesi var mı diye takılıyor insan. Türkçe ve Kürtçe sözlüklerde karşılıkları yok. Devellioğlu’nun Osmanlıca sözlüğüne göre Derdâ “yazık, vah vah!” anlamında Farsça kökenli bir sözcük. Bir de Hz. Muhammed döneminde yaşamış, Ebû’d-Derdâ var. Fıkıh ve hadis ilimlerinde ileri gelenlerden bir olarak anılıyor. Derda’nın ise “iyilik, yardımsever” anlamında olduğu söyleniyor ama herhangi bir kaynakta rastlamadım. Pek yaygın olmasa da iki isim de kullanılıyor.

Hakan Günday’la şöyleşi yapan arkadaşların bu isimlerin anlamlarına, neden kullanıldıklarına hiç takılmamalarına, sormamalarına da dikkat çekerek kitaba dönersek Derdâ, bir korucu kızı. Yatılı okulda okurken pek de bilinçli olmasa da neden olduğu ve ranza arkadaşının ölümüyle sonuçlanan trajik bir olay sonrasında annesi tarafından okuldan alınıp, 11 yaşındayken bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendiriliyor. Bu evlilik nedeniyle Londra’ya gidiyor. Beş yıl bir apartman dairesinden hiç çıkmadan kocasının şiddet ve tecavüzüne uğrayarak yaşadıktan sonra yan daireye taşınan Stanley adlı uyuşturucu bağımlısı mazohist bir gençle ilişki kuruyor. Kara çarşaflı Derdâ mazohistlerle para karşılığı birlikte oluyor, Stanley bunları filme alıyor.

Derdâ’nın bu yaşadıklarının arka planında ise korucular, tarikat yöneticileri, Londra’daki suç örgütleri, mafya ve İngiliz istihbaratının yer aldığı karmaşık bir macera var. Derdâ, bir hesaplaşma için kocasının öldürüldüğü gece evden kaçıyor ve bundan sonra hayatı akıl almaz bir rastlantılar silsilesi halinde gelişiyor. Hiç bilmediği Londra sokaklarında canhavliyle koşarken rastladığı yaşlı adam ona 11 yaşındayken vize verilmesini sağlayan İngiliz ateşe (aslınsa MI6 İstanbul sorumlusu) Steven’dir. Steven izlediği porno filmde kara çarşaf içindeki kızın Derdâ olduğunu gözlerinden anlıyor. Derdâ’yı evinde konuk ediyor, sadomazohist bir ilişkiye giriyorlar. Onlar mutlu mesut yaşarken bir gün kapı çalıyor ve Steven’in kirayı ödemediği için evinden kovulmuş oğlu geliyor. Ne hoş (!) tesadüf ki gelen Stanley’dir. Birlikte eroin kullanmaya başlıyorlar. Stanley’le birlikte Steven’i terk eden Derdâ eroin alabilmek için bir kerede 52 erkekle cinsel ilişkide bulunmasının filme çekilmesine razı oluyor. Hızla yayılan bu film de hayatının yeni bir evreye girmesine yardımcı oluyor.

Londra çok büyük ama Derdâ’nın dünyası çok küçük ve hemen herkesin bir biçimde ilişkisi var. Uyuşturucu kuryesi olan Derdâ bula bula babasının (ya da babası sandığı kişinin) bağlantılı olduğu birini buluyor, o da onu babasına yolluyor. Rastlantı bu ya, ilk kuryelik işinde İngiliz istihbaratının baskınına uğrayıp yakalanıyor. Rastlantılar rastlantılara bağlanır, tam Derdâ yakalandı ve artık tamamen mahvoldu derken uyuşturucu bağımlılığından kurtulması için zorunlu tutulduğu tedavi sırasında gönüllü hemşire kılığında iyilik perisine, Anne’e rastlıyor. Anne, Derdâ’ya yeni bir anne oluyor, onu çok seviyor, evlat edinip, okutuyor. Derdâ, Edinburg Üniversitesi’nin İngiliz edebiyatı bölümünü bitiriyor.

İlk bölüm, fazla mantık gerektirmeyen B sınıfı Amerikan macera filmleri gibi hızlıca anlatılıyor ve bu tür filmlerde olduğu gibi mutlu son’la noktalanıyor.

İkinci bölümde bir “mezarlık çocuğu” ile tanışıyoruz. Derdâ ile aynı yaştaki Derda’nın babası cinayetten hapiste, annesi hasta yatağında ölümü bekliyor. Derda, mezarlık duvarına sırtını dayamış gecekonduda yaşayıp, mezarlara su döküp temizliyerek mezarlığa gelenlerin verdiği paralarla karnını doyurmaya çalışıyor. Onun öyküsünü de 11 yaşından itibaren anlatıyor Hakan Günday.

Derda ile Derdâ’nın mezarlıkta karşılaşmaları ama tanışmamaları ile başlıyor bölüm. Tanışmıyorlar ama Derda’nın belleğine çiziliyor bu küçük kızın imgesi. Günday, Londra gibi İstanbul’un da büyük ama rastlantılar dünyasının çok küçük olduğunun altını çizmek istiyor sanki. Derdâ’nınki kadar tempolu olmasa da Derda’nın hayatı da şiddet ve kanla örülü. Annesi hasta yatağında ölünce, evden alınıp yetiştirme yurduna konulacağı korkusuyla kadını parçalara ayırıp çeşitli mezarlara koyması ile başlıyor şiddet ortamı. Rastlantılarda da önceki bölüme göre biraz azalma var. Ama yeterince çarpıcı rastlantılar bunlar. Derdâ’nın gelin gittiği tarikatın yasadışı işleri hakkında tarikat mensubu Tayyar ile ilk bölümden tanıdığımız ateşe Steven’in haberleşmesi, para alış verişi tam da Derda’nın annesinin parçalarını gömdüğü mezarlara konulan zarflarla gerçekleştiriliyor örneğin. Derda da bu zarflardan para çalıyor.

Derda, mezarlıkta para toplayamayacak yaşa gelirken çaldığı paraların fark edileceği korkusu gün geçtikçe artıyor. Bu sırada hapisten çıkan babasını komşunun çocuk yaştaki kızıyla ilişki halinde yakalayıp öldüresiye dövünce, öldürdüm korkusuyla korsan yayıncılara sığınıyor, onların matbaasında yatıp kalkmaya, korsan yayın dağıtımında çalışmaya başlıyor. Derda’nın hayatını değiştiren, annesinin bir parçasını gömdüğü mezarlardan birinde yatan Oğuz Atay’ın adına bir kitapta rastlaması oluyor. Okuma yazma öğrenip Tutunamayanlar’ı okuyup Atay’a hayran olan Derda, parmaklarına onun adını kazıtıyor. Hakkını yediğini düşündüğü edebiyat aleminden Oğuz Atay’ın öcünü almaya karar veriyor. Atay’ın yaşıtı yazarları ve gazetecileri öldürecektir.

Korsan yayın işindeki patronu Derda’ya bir rakibini öldürme görevi veriyor. Silah almaya gittikleri yerde karşılaştığı kişi mezarlıkta gördüğü ve zarflardan para çaldığını anladığını düşündüğü Tayyar’dır. Derda da bizim gibi düşünüp “bu kadar rastlantı olmaz!” deyip bir küfür savuruyor. Sonrası hapishanede biten cinayetler dizisi.

Romanın akışı zorlamazsa yazar zorluyor, finalde rastlantıların şahikasına şahit oluyoruz. Derda 24 yıl hapis yatıyor. Tahliye olduktan sonra Derda ile Derdâ, Oğuz Atay sayesinde buluşuyor ve tahmin edebileceğiniz gibi mutlu son! Bu seferki de Yeşilçam filmlerine yakışır bir son. İkinci bölüm boyunca 70’li yılların avantür filmlerini hatırlıyoruz ister istemez. Mutlu son’da da arabesk şarkıcılarının filmlerini...

İki bölümün tek ortak noktası belki de ana fikirde gizli. Derdâ ve Derda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ından. Daha çocukluklarında kaybedenler kulübüne doğal üye olarak yazılmışlar, yani baştan kaybetmişler ama dayatılan bu durumu kabul etmiyorlar. Derdâ Anne’i, Derda Oğuz Atay’ı bulunca hayatta yalnız olmadığını hissediyor ve ikisi de bilinçsiz de olsa hayatta kalmaya, direnmeye karar verip, çevrelerini saran, kendilerini de kötü biri yapmaya çalışan kalabalıktan sıyrılmayı başarıyorlar.

Öncelikle söylemeliyim, Hakan Günday rastlantılar yaratıp arada ince bağlar kurmasa iki bölüm ayrı ayrı birer roman olarak var olabilir. Kendi içlerinde bütünlükleri var.

Roman boyunca bir rastlantılar silsilesi yaratmaktan amaç ne olabilir? İlk başlarda bu rastlantılar birer espri gibi görünüp ilgimizi çekiyor ama sonrasında rutinleşiyor, bakalım yazar nasıl bir rastlantı yaratacak diye beklemeye başlıyorsunuz ve şaşırmıyorsunuz.

Roman türünün Türkçedeki ilk örneklerine getirilen temel eleştiri, rastlantıya fazlaca dayanmasıdır. Günday bu tür romanların bir parodisini mi yapıyor, diye düşünmeden edemiyorum. Diğer yandan anlatıdaki bu rastlantı yoğunluğunu masalsılıştırma olarak da adlandırmak mümkün. Tüm badirelerden sonra mutlu son’a ulaşılması da bunun bir göstergesi sayılabilir. Günday, günümüz masallarının nasıl olacağını örneklemiş sanki.

Hakan Günday, okurunun beklediği şiddet ögesini bolca kullanarak, akıcı anlatımı ile, ard arda eklenen heyecanlı olaylarla merakı her zaman diri tutarak Az’ın hızla, kolayca okunan bir roman olmasını sağlamış.

05.05.2011

Yorumlar