Unutma Beni Apartmanı



Nermin Yıldırım ilk romanı Unutma Beni Apartmanı’nda (Mart 2011, Doğan Kitap) bir “ıssız kadın” öyküsü anlatıyor. Annesiz babasız büyümüş, hayatını insanlardan uzak durarak, uzun süreli ilişkilerden, dostluklardan, fazla samimiyetten sakınarak geçirmiş bir kadın.
Unutma Beni Apartmanı’nın kahramanı ve anlatıcısı Süreyya 1963 doğumlu. Babası doğumundan kısa bir süre sonra genç yaşta ölüyor. Bu acıya dayanamayan annesi de bir süre sonra onu babaannesiyle bırakıp gidiyor. Roman onlarca yıl sonra annesinin Süreyya’yı araması ile başlıyor. Süreyya 43 yaşında, annesini görmeye, geçmişi tekrar deşmeye, annesinin anlatacağı geçmişe dair hikayelerle dengelerini altüst etmeye niyeti yok. Ama anne ölmeden önce kızını son bir kez olsun görmekte, onunla helalleşmekte ısrarlı. En azından uzun bir telefon konuşmasıyla kendini affettirmek istiyor. Gerçekten de anlattıkları Süreyya’nın doğru diye bildiği şeyleri altüst edecektir.
Roman iki ayrı anlatımla gelişiyor. Bir yandan belleğinden sildiği, yok saydığı annesinin hayatta olduğunu duyunca kendiyle bir hesaplaşmaya giren Süreyya’nın doğumundan itibaren yaşam öyküsünü anlatmasını okuyoruz, diğer yandan da kısa bölümlerde annesi Mesude’nin birkaç aylık kızını bırakıp gitmesinin öyküsünü. Böylelikle vatansever genç bir subay olan babanın öyküsü ile birlikte 27 Mayıs darbesinden başlayarak Türkiye’nin günümüze dek uzanan tarihinden kesitler de arka planda anlatılmış oluyor.
Süreyya, babaannesinin korumacı ve disiplinli eğitimi ile büyüyor. Babaannesinin ölümünden sonra da iyice yalnızlaşıp insanlarla gerekmedikçe ilişkiye girmediği “steril” bir hayat kuruyor. Birisine alışmak, bağlanmak korkusuyla kısa süreli aşklar yaşıyor. Arkadaşlıklarını belirli sınırlar içinde yürütüyor. Hemen hiçbir şeyini paylaşmıyor, dostlarını evine bile davet etmiyor.
12 Eylül sonrası doğup büyüyenlerde sıkça rastladığımız bir davranış modeli bu, Süreyya yaşındakilere pek uymuyor. Çağan Irmak’ın Issız Adam’ında bunun erkek modelini görmüştük. Nermin Yıldırım’ın Süreyya’sı da kadın modeli. Bireyciliğin en üst noktasına vardırıldığı bir ruh hali olarak da tanımlayabiliriz bu durumu. Issız Adam’ın niye öyle davrandığı filmde pek net anlaşılmıyordu ama Süreyya’nın bu davranışının temelinde kuşkusuz annesiz ve babasız büyümesi var. Toplumun, insanların kötülüklerinden onlardan uzak durarak korunacağını düşünüyor, zamanla bunu bir hayat tarzı haline getiriyor. Hayatına giren, onu seven, yardım eden insanları da bu felsefe ile “kullanıyor”. İhtiyaçlarını giderince de ilişkisini kesiyor.
Nermin Yıldırım, Süreyya ve annesinin hikayelerinin roman için yeterli olmayacağını düşünmüş olmalı ki renklendirici başka unsurlar da kullanmış. Bunlardan ilki Süreyya’nın işi. Süreyya hayalet yazarlık yapıyor, zengin bir ailenin genç ve şımarık bir kızına, N.Y’ye para karşılığı romanlar yazıyor. N.Y de bu romanları kendi adıyla yayımlatıp ünlü bir romancı oluyor. Ana hikayenin yanı sıra aslında Süreyya’nın öyküsünü destekleyen, durumunu anlamamızı sağlayan bu romanların da öykülerini okuyoruz.
Diğer unsur da “deprem”. Süreyya’nın çevirmenlik yaptığı dönemde tanıştığı, iş bulmasına yardım eden, kısa bir dönem hayatında en yakını olan, belki de tek gerçek arkadaşı Rıdvan’ın öyküsü ile işleniyor bu olgu. Rıdvan’ın hayatında depremler belirleyici olmuş. Romanın fonuna ülkenin depremler tarihi de yansıyor. Dönüm noktaları oluşturuyor. Rıdvan’ın ortadan kayboluşu ile yarıda kalan bu öykü ayrıca ve de derinlemesine işlenmeyi hakediyor. Süreyya’nın Rıdvan’la ve Rıdvan’ın eski kız arkadaşı Ayla ile yaşadıkları deprem olgusu ile birleşince rahatlıkla bir romanlık bir malzeme oluşturuyor.
Barcelona gezisi Süreyya’nın hayatında bir dönüm noktası oluyor. La Sagrada Familia’nın fotoğraflarını çekerken Marcel’le tanışıyor. “Göz göze geldiğimiz an bir parçamı onda kaybediverdim. Tarifi mümkün olmayan müthiş bir coşku yükseldi içimden. Sanki yıllardır beklediğim bir kavuşmanın eşiğindeydim. Kanayan bütün yarımlar az sonra tam olacaktı sanki. Alışkın olmadığım cıvıl cıvıl bir heyecanla nefesimin kesildiğini hissettim” diye anlatıyor o ânı. İlk görüşte aşk. Süreyya insanlara karşı geliştirdiği tüm savunma mekanizmalarına rağmen Marcel’i görür görmez âşık oluyor. Sevgili oluyorlar, Marcel Süreyya’yı görmeye İstanbul’a geliyor, Süreyya hamile kalıyor, Barcelona’ya yerleşiyor. İçindeki çocuk büyürken de aşk hastalığının etkisi azalmaya, hayatın gerçeklerini görmeye başlıyor. Anne olmayı da, bir aileye sahip olmayı da istemediğini anlıyor ve birkaç aylık bebeğini babası ile bırakıp İstanbul’a dönüyor. Annesinin kendisine yaptığını o da çocuğuna yapıyor.
Hayat hikayesi anlatmak ister istemez romanda sarkmaları getiriyor. Ana yapıya katkısı olmayan öyküler, ayrıntılar okuyorsunuz. Süreyya’nın yurtdışı gezileri buna tipik örnek. Marcel’le tanışıp Barcelona’ya yerleşmesini anlamlandırmak için önceki seyahatlerden söz eden bir paragraf yeterdi. Ayrıca işlense, başka bir öyküde, romanda daha ayrıntılı olarak yazılsa etkili olabilecek konular da var. Örneğin, Süreyya’nın üniversite çağından arkadaşı Zinnur’un acı bir ensest öyküsü ile belirlenen ve cinayetle noktalanan hayatı bunlardan. Nermin Yıldırım iyi bir anlatıcı, yazdığını okutmayı biliyor ama deneyimli bir gazeteci olarak yazmak kadar kesmenin, fazlalıkları atmanın da önemini bilmeli. İyi ve de sıkı bir redaksiyonla roman 420 sayfadan 240 sayfaya inebilir, ortaya daha derli toplu bir yapıt çıkar ve geriye de bir-iki romanlık malzeme kalabilirmiş. Sanırım ilk romanların böyle bir handikapı var yazdıklarınıza kıyamıyor, fazlalıkları çıkartamıyorsunuz.
02.06.2011

Yorumlar