Kalan


İnsanlığın uzun tarihinden, mitolojide, destanlarda, şiirlerde anlatılanlardan, yaşananlardan, anılardan, an’lardan kalan nedir? Leyla Erbil’in son romanı Kalan’ın (Ekim 2011, İş Bankası yay.) anlatıcı kahramanı Lahzen, insanlığın, şehrin ve kendi geçmişinden belleğinde nelerin kalmış olabileceğini sorguluyor.
Lahzen’in psikolojik sorunları var, kocasının deyimiyle hasta. İlaç tedavisi görüyor. İlaçların etkisi altında da anlatıyor. Geçmişi, çocukluk yıllarını hatırlayarak hafıza sorununu aşmaya, belki de kendisine hafızası ile bir sorunu olmadığını kanıtlamaya çalışıyor.
Leyla Erbil, Lahzen adını uydurduğunu, ‘Lâhze’nin anlamının, “göz ucu ile bir kere bakıncaya kadar geçen zaman” olduğunu söylüyor. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ında, ‘lâhzân’ ve ‘lâhze’ aynı anlama geliyor. Erbil’in belirttiği gibi “Lahzen” yok. Ama google’da ararsanız Fas’ta bir şehrin, bir müzik grubunun adı olduğu, bazı dillerde kullanıldığını öğreniyoruz. Leyla Erbil’in ‘lâhzân’ ve ‘lâhze’den türettiği Lahzen’i bir ses inceltmesi olarak kabul edip anlatıcının isminin anlamının kitabın ana temasını yansıttığını söyleyebiliriz.
Lahzen kendisindeki “hafıza sorunu”nun aynı zamanda toplumda da olduğunu düşünüyor. Çocukluk yıllarının İstanbul’unu Balat’ı, Fener’i, Küçüksuyu, Beyoğlu’nu, orayı var eden insanların nasıl göçmeye, kaçmaya zorlandığını hatırlıyor, hatırlatıyor. Yitip giden insanlar, meslekler, ve İstanbul’un geçmişte kalan güzelliğine özlemle anlatıyor her şeyi. Örneğin Beyoğlu’ndaki Avrupa Pasajı’nın esnafını, ne işler yaptıklarını tek tek anlatırken bu özlemi yoğun olarak hissediyorsunuz. Bu nostaljinin yanında esas olarak hatırladığı ve hatırlatmak istediği İbrahim Peygamber’le oğlu İshak’ın öyküsünden başlayarak insanlık tarihinin karanlık yanları. İnsanın insana yaptığı kötülüklerin öyküsü mitolojiden günümüze kadar uzanıyor, Anadolu topraklarında yeşeriyor. Tarihler yakınlaştıkça yoğunlaşıyor, boğucu oluyor.
1940’larda Haliç kıyısındaki bir mahalledeki evlerinde başlıyor anlatı. Lahzen, ablası Billur, annesi Şehnaz ve bir zamanlar babasının evde sakladığı şimdi annesinin gizli sevgilisi olan “Dayı” dedikleri kötülük timsali bir adamla birlikte Hacı Murat adlı bir Rum ustanın elinden çıkma ahşap bir evde yaşıyorlar. Lahzen, İstanbul’un en eski semtlerinden olan mahallelerinin, Fener’in mitolojik öyküsünü İstanbul’un Konstantinopolis olduğu günlerden başlayarak anlatıp kendi çocukluk günlerine geliyor. Türk, Rum, Ermeni, Musevi ailelerin bir arada yaşadığı, mutlu mesut günleri hatırlıyor parça parça. Kötülük yavaş yavaş bu mutluluğun içinde çörekleniyor. Lahzen çocukluktan genç kızlığa geçerken kötülük de iyice yeşerecek Rum, Ermeni, Musevi aileler kendi vatanlarını, evlerini terk edip gitmek zorunda kalacaktır. Lahzen, çocukluğunun mahallesinde yaşatılan bu değişimi bir türlü hazmedemeyecek, hep eski günleri arayacak, anlatarak yaşatmaya belki geri getirmeye çalışacaktır.
Anlatının ikinci boyutu/metni Lahzen’in yetişkinlik çağları, bugünü ile ilgili. Bunu da çocukluk aşklarını anarken kurduğu bir bağlantıyla gerçekleştiriyor. Kocası Sabit ve sevgilisi Zeyyat’la oluşturdukları aşk üçgeni, Lahzen’in bu üçgen içinde ne kadar belirleyici, ne kadar belirlenen olduğunu sorgulaması. “Önsözce” adlı ilk bölümde sadece çocukluk yıllarına ve insanlığın, İstanbul’un geçmişine yoğunlaşırken “Birinci Bölüm”den itibaren Lahzen’in bugünü de ikinci bir metin olarak anlatıda gittikçe artan bir biçimde yer almaya başlıyor. İlerleyen sayfalarda iki metnin birbirine karıştığı da oluyor. Bu italik metinler bir yandan da Lahzen’e “yabancılaşmamızı”, dışarıdan bakmamızı sağlayan epik unsur görevi görüyor. Okurun özdeşleşmesini önlemek istercesine sık sık Lahzen’in hasta olduğu, ilaç aldığı söyleniyor.
“anlatıp duruyorsun; anlatmak istediğin bunlar mı,,, bunlarla nereye varacaksın bilmiyorsun? çocukluğundan umduğun bir şey var!” (s. 91) dedikten sonra “şimdiye bak,,, unut geçmişi,,, dünyaya bak,,, dünya yanıyor,,, ülkene bak,,, baba oğul kızlarını diri diri gömdüler,,,” (s.98) diye günümüz gerçekliğine çağırıyor. İnsanlığın binlerce yıllık kötülük tarihinde her şeyin tekerrür ettiğini belirtmek istiyor sanki. Lahzen’in günümüzden de birçok çarpıcı örneği var.
Lahzen’in çocuk dünyasını hatırlamaya çalışırken “hakikatin özü”nü arıyor. “hakikat diye bir şey olmayacağının bilinciyle / hakikatin öznellikte mi olduğunu / sorumlulukta mı / insanın en temel varlığının kayboluşuyla yitip gittiğini mi / toplumla senin yaratılışın oluşun arasındaki ipliklerde mi gerili durduğunu / düpedüz özgürlükte mi olduğunu bilmeden / sözcüklerden örülü bir metin / hakikati ne olabilir bu metnin” diye soruyor (s. 10-11). “tıka basa şüpheyle doldurulmuş kuyudan çıkmak için / çocukluğa / daha da dibe / toprağın altına inip binip göreceğim” diyor. Bu bölümlerde destansı bir anlatımı var Leyla Erbil’in. Dizelerle anlatıyor. Destan zaman zaman yerini öyküye bırakıyor ama şiirden, dizelerden kopmuyor.
Binlerce yıldır bu topraklarda var olan kötülüğü, alçaklığı sözcüklere döküp anlatır, nedenlerini sorgularken “bir tek ben mi deliyim” diye soruyor. Belki de anlatının anafikri; “insan kendi hayatını sorgulamadan yaşamayı sürdürürse / insan sayılmaz” cümlesi.
Lahzen’in hakikat sorgulamasında başvurduğu en önemli düşünür, felsefesi, varoluşçuluğun kaynağını oluşturan Søren Kierkegaard (1813 –1855). “Kierkegaard bireyin varoluşunun akıldışılığını, paradoksunu ortaya çıkarmıştır.” Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (2. Baskı 2004, Doğu Batı yay.) kitabının tanıtımında söylendiği gibi; “Kierkegaard’a göre umutsuzluk evrenseldir, çünkü insan sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleştirir. Umutsuzluk kaçınılmazdır, insanın, karşıtların bir sentezi olmasının, daha doğrusu diyalektik bir varlık oluşunun bir gereğidir. Sonlu varlığı ile sonsuz varlığı arasına sıkışan insan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde yaşar.” Kierkegaard’ın felsefesi Lahzen’in insanlığın ve kendi geçmişini sorgulamasıyla uyum sağladığı gibi Lahzen’in anlatma ihtiyacını uyandıran ruh halini de anlamamızda önemli bir rehber oluyor.
Lahzen’in peşinde olduğu “hakikatin özü” ise felsefenin temel problemlerinden. Platon’dan beri sorgulanıyor. “Hakikatin özü” sorusu “Varlığın hakikatinin ne olduğu sorusuna götür”üyor filozofları. Metafiziğin temelllerini oluşturuyor bu tartışmalar. "Hakikatin Özü Üzerine" adlı makalesi ile Heidegger’i hatırlamamak elde değil. “Hakikatın özü” sorusu sadece Batı Felsefesini değil, İslam Felsefesini de uğraştırmış. Kalan’ı edebi eleştirinin yanında felsefeci bakışıyla okumakta, tartışmakta da fayda var.
Leyla Erbil Kalan’da tüm eserlerini hatırlayıp, onlarla hesaplaşıyor, düzeltmeler, eklemeler ve zaman zaman onamalar yapıyor sanki. Kalan’ı okurken ister istemez “Tuhaf Bir Kadın”ı, “Mektup Aşkları”nı hatırlıyor, onlara yapılan göndermeleri bulmaya çalışıyorsunuz. Ama en güçlü yakınlaşma Cüce’deki Zenime Hanımla. Lahzen de Zenime Hanım da kendilerini, toplumu ve tarihi sorguluyor, hesaplaşıyorlar.
Leyla Erbil, Kalan’ı şiir-kitap olarak yazdım, diyor (Milliyet Sanat, Kasım 2011) Leyla Erbil Kalan’da Bilinçakışı yöntemini kullanılmış. Türlerarası bir metin ortaya çıkartmış. Şiirsel, yer yer destansı bir anlatımı var ama öykülemeyi de ihmal etmiyor. Deneme diye adlandırabileceğiniz bölümler ve alıntılar da var. Türlerarası olduğu kadar metinlerarası da bağlar güçlü. Hem biçimsel olarak hem de İstanbul’un Bizans’a uzanan tarihine bakışında, sorgulayışında Sevim Burak’ın metinleri, Ece Ayhan’ın şiirleri ile kardeşlikler kuran bir anlatı. Leyla Erbil önceki eserlerinde gördüğümüz gibi yine dilbilgisi kurallarını zorluyor, kendince yeni kurallar, (“,,,” gibi) işaretler yaratıyor.
Kalan diliyle, anlatımıyla, sorun ettiği konular ve sorunlarla usta işi bir anlatı olarak son yılların en dikkati çekici, tüm yönleri ve nitelikleriyle üzerinde düşünmeye, tartışmaya değer kitaplarından.
08.12.11

Yorumlar