Murat Gülsoy’un Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ı (Nisan
2012, Can yay.) düşle yaşamın, kurmaca ile gerçeğin birbirine karıştığı bir
anlatı. Hayat, zaman, ölüm, gerçeklik, kurmaca gibi temel kavramları tartışmaya
açan bir roman.
İki kısa metin ile başlıyor roman;
“Beddua” ve “Duvara Asılı Tüfek Patlar”. Çehov’un eğer bir anlatıda duvara
asılı bir tüfek varsa patlamalı tezi ana fikri oluşturuyor. “Bir hikayenin
içindeyiz... sonu kötü bitecek bir hikayenin... bilirsin, eğer hikayelerde
duvara asılı bir tüfek varsa... bir an gelir mutlaka patlar!” diyor kadın
kahraman. Dediği gibi de tüfek patlıyor.
Kırk yaşlarında, köpeğiyle
yaşayan, yazdıklarıyla geçinen bir yazar romanın anlatıcı kahramanı. Hayata
edebiyattan, romanlardan bakıyor. Sık sık Tanpınar’ı, Oğuz Atay’ı, Nabokov’u,
Borges’i anıyor. İç sesi Gollum adını Yüzüklerin Efendisi’nden alıyor ve
Tutunamayanlar’ın hayali kahramanı Olric’i hatırlatıyor. Hayatı ve
yaşadıklarını edebiyatla, okudukları ile anlamaya, izah etmeye çalışırken
yaptığı gizli ve açık göndermelerin romanın anlaşılmasında önemli bir rolü
olduğunu düşündürüyor.
Anlatıcı kahraman bir kabustan
kapının çalması ile uyanıyor. Polis gelmiştir. “Orta yaşı geçmiş suya sabuna
dokunmayan bir yazar” olarak bir şuç işlememiş olduğunu düşünür. Yazdıklarını
aklından geçirir. Oysa o yazdıklarından dolayı değil yaptığından dolayı
tutuklanmıştır. Cinayete teşebbüsle suçlanmaktadır. Üniversite çağlarından
sevgilisi Asena’yı evinin terasından iterek öldürmeye çalıştığını düşünmektedir
polis.
“Her şey aynı gün başladı
aslında” der anlatıcı. Günlük güneşlik bir Mayıs günü, önce köpeğini
gezdirirken Merve ile tanışmış, sonra bir konferans vermek üzere gittiği İTÜ’de
yıllardır görmediği Asena ile karşılaşmıştır.
Dış görünüşü ile Nabokov’un
Lolita’sını hatılatan ve Nabokov’un Karanlıkta Kahkaha’sını okuyan bir lise son
sınıf öğrencisi Merve, 19 yaşında olduğunu söylüyor. Uzun uykulara yatan,
rüyaların gerçek, rüya sandığımızın aslında farklı gerçeklikler arasında
yolculuk olduğunu, insanların rüyalarına girip geleceklerini yönlendirebildiğini
iddia eden dedesi ile yaşıyor. Cinselliği çağrıştıran bir çekiciliği olan
entelektüel donanımlı bir genç kız. Bu nitelikleriyle yazar kahramanın birlikte
olmayı düşlediği, idealindeki kadın olarak da düşünülebilir.
Asena’yı ise “kasıklarımın ateşi,
ilk aşkım” diye hatırlar söyleşide dinleyiciler arasında gördüğünde anlatıcı.
Cinselliği, sevişmeyi ondan öğrenmiştir. Yirmi yıl sonra, anılardaki o incecik genç
kızı çağrıştıran ama “gözlerinin kenarları kırışmış, dudaklarının uçları biraz
aşağı kıvrılmış, yüzündeki çizgiler derinleşmiş” orta yaşlı bir kadın olarak
karşısına çıkmıştır Asena.
Olaylar hızla gelişmeye başlar.
Asena’dan yakınlaşmak istediğine dair işaretler alır. Hep özlediği ama
anılarında kalmış bu aşkı yeniden canlandırmak isteyip istemediği konusunda
tereddüt içindedir. Asena ile görüşmeye başlaması şimdi kendisine karanlık
gelen geçmişine dönmesi, onunla yüzleşmesini de demektir. Asena ile
yaşadıklarının geçmişte kaldığını düşünse de “Geçmiş ne kadar geçmişte kalır?
Şimdi dediğimiz zamanın ne kadarı geçmişe aittir?” diye sormadan edemez.
Geçmişiyle hesaplaşamamış, bu nedenle bugüne tutunamamıştır. Zamanında
yapamadığı hesaplaşma nedeniyle de düşlerinde hep Asena’yla uğraşmış, Asena
karabasanlarının nedeni olmuştur. Şimdi de tutuklanmasına varan bir maceranın
başlatıcısı olacaktır kadın.
Ama Asena, önemli bir konuda
görüşmek istediğini söylediğinde onun davetini reddetmez ve evine gider.
Yakınlaşma çabalarını hissettiğinde ise yeni bir ilişki kurulmasını engellemek
arzusu ile evli olduğu yalanını söylese de Asena’nın evlilik gerekçesini
önemsemeyeceğini de umut etmektedir. Cinayete teşebbüsle suçlanmasının nedeni
de bu buluşmadır. Asena, aynı gece evinin terasından düşmüştür, şimdi hastanede
komadadır.
Hayatın başlangıcındaki Merve ise
bir gelecek umudu gibi belirmiştir hayatında. Köpeklerini gezdirirken Aşiyan’da
karşılaşmaya başlarlar. Yirmi yıl önce Asena’yla tanıştıkları yerde, Hisar’da,
Ali Baba’nın kahvesinin önünde, sahildeki bir bankta oturup konuşurlar. Kısa
söyleşiler uzar. Anlatıcı, Merve’de bir kadında aradığı her şeyi bulabileceğini
düşünmeye başlar. Merve de ona ilgisiz değildir. İşaretler verir. Anlatıcı bu
işaretleri değerlendirirse aralarında bir ilişki başlayabilecektir. Ama Merve
bir düş gibidir. Rüyalarının kadını. “Merve, sigara içişi, rüyaları, içimde
yarattığı cinsel gerilim, hatta uzun uzun uyuyan dedesi...” diye düşününce
aklına onun Haruki Murakami’nin bir romanının kahramanı olabileceği gelir.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman’da başka edebiyat eserlerine göndermeler
kadar rüyaların da önemli bir yeri ve çözümleyici işlevi var. Anlatıcı kahraman
sürekli rüyalar görüyor ve onları anlatıyor. Birer karabasana dönüşüyor rüyaları.
Gecenin bir vakti karabasanla uyanınca bir daha gözünü uyku tutmuyor.
Bu depresif hali yazma verimini
de etkilemiş. Arada sırada yazdığı küçük öyküleri de internet blog’unda
yayınlıyor. Romanın girişinde okuduğumuz “Duvara Asılı Tüfek Patlar”ı da bir
kaç gün önce blog’da yayınlamış. Merve ile tanıştığı, Asena ile karşılaştığı
günlerde kahramanı kendisi olan bir romana başlamış. Günlüğe benzeyen bir şey,
gün içinde yaşadıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini yazıya geçiriyor.
Merve neler yazıyorsun diye sorduğunda “Örneğin gördüğüm rüyalar, karşılaştığım
insanlar, verdiğim bir seminer...” diye anlatıyor ki bu okumakta olduğumuz Baba, Oğul ve Kutsal Roman’dır. Yaşananlar
anlatıya dönüşmüştür ya da anlatıyı bir yaşantı diye okumuşuzdur.
Girişteki “Duvara Asılı Tüfek
Patlar”ın kahramanının “Bir hikayenin içindeyiz... sonu kötü bitecek bir
hikayenin...” dediğini hatırlayınca taşlar yerine oturmaya başlıyor.
Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” dizeleri romanın mesajı
ya da cümlesi gibi. Zamanın göreceliği, kişiye ve yere göre değişkenliği aynı
zamanda gerçeğin de çok görece olduğunu anlatıyor. Kimine göre gerçek olan
diğerine göre düş olabilir ya da düş sandığımız aslında gerçektir. Aynı şekilde
gerçek diye okuduğumuz metin bir kurmaca da olabilir. Baba, Oğul ve Kutsal Roman’da kahraman hem romanın içindedir, hem
de onu kuran ve anlatan. Eğer kendinizi olayların akışına iyice kaptırmazsanız
satır aralarında sürekli bu olgunun altının çizildiğini görürsünüz.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ın anlatıcı kahramanı “yaşarken yazılan,
yazılırken yaşanan bir roman ” yazdığını söylüyor. “Garip bir deneyim. Bir
yandan yaşıyorsunuz, bir yandan da bunları bir süre sonra yazacağınızı
düşünerek ayrıntıları aklınızda tutmaya çalışıyorsunuz. Dolayısıyla yaşanan
zaman insanın bilincinde yarılıyor. Bu tabii, yaşanan anın esasını zedeliyor,
özünde her ne varsa ona zarar veriyor. Yaşanan anın özünde bir şey olduğunu
sanmak da ayrıca sorunlu bir düşünce ya...”
Hastalıklı zihninin yaşadığı her
anı bozduğunu söylüyor. Örneğin Merve, köpeğini gezdirirken karşılaştığı,
sadece bir kaç kelime konuştuğu ve bir daha görmediği, adını bile bilmediği bir
genç kızdır ama romanda bir kahramana dönüşür, gerçeklik kazanır ve anlatıcının
gördüğü rüyaları çözümlenmesine yardımcı olur. Rüyaları çözümlemek aynı zamanda
anlatıcının ruh halini ve tabii romanı da çözümlemek anlamına gelir.
Anlatıcının İTÜ’de konferans
verirken Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk adlı
öyküsüne yaptığı gönderme de boşuna değildir. Tanpınar’ın kahramanı Sani bey
evini Escher’in mimari çizimlerindeki gibi içinden çıkılmaz labirentimsi bir
hale sokmuştur. Baba, Oğul ve Kutsal
Roman’ın da yapı olarak Escher’in labirentlerine benzer bir halde olduğunu düşünmeden
edemiyoruz.
Murat Gülsoy’un Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ı bir cinayet
romanı gibi gelişerek kendine bağlayıp, hayatın ve zamanın göreceliği üzerine düşündürüyor.
Gizli ve açık göndermeleri değerlendirmeyi gerektiriyor. Okunup bir kenara
bırakılacak romanlardan değil.
19.04.2012
Yorumlar