Ahmet Altan’ın Son
Oyun’unda bir anlık bir boş bulunmayla cinayet işleyen bir yazarın katil
olmasına kadar geçen sürede yaşadıklarını, kendiyle hesaplaşmalarının öyküsünü
okuyoruz.
Ege’de bir kasaba... Gece geç vakit kasabanın tek büyük
caddesinde, okaliptüs ağacının altındaki banka oturmuş polislerin gelmesini
beklemektedir yazar. Mermisiz tabanacasını polise doğrulturken “Dünya hayatı
eğlence ve oyundan başka bir şey değildir” diyecektir. “Dünya hayatındaki” son
oyunu oynamış perdeyi kapatmaktadır.
Son Oyun’un (Nisan
2013, Everest yay.) kahramanı bir romancı. Tanrı’yı da bir romancı olarak
görüyor. “Tanrı’nın kötü ve savruk bir romancı olduğunu düşünüyorum. Yarattığı
bütün insanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üzerine kuran, olayların
sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi romancı demem ben. Ama
Tanrı’nın yarattığı vahşi bir mizahla süslenmiş bu hayatta tesadüflerden başka
bir şey yok. Tesadüfleri çıkarttığınızda hayat bitiyor.”
Romancı, kitap boyunca bize Tanrı’nın “kötü bir romancı”
olarak tesadüfler üzerine kurduğu o romanı anlatacaktır. Anlatmakla kalmayacak,
sık sık beğenmediği “kötü romancı” ile tartışmalara da girecektir. Oysa ilk
sayfada da son sayfada da “Dünya hayatındaki” son oyunu oynadığını söylemiştir
ve biz okurlar romanı kimin yazdığını biliyoruz. Romancı bir “tanrı yazar”
olarak ilk satırdan itibaren romanı kuruyor ve gidişatını belirliyor.
Modern roman anlayışında tesadüfün yeri yok. Tesadüflerle
geliştirilen öyküler acemice bulunuyor, hayatta bu kadar çok tesadüf
olamayacağına inanılıyor. Tesadüfün dozu her zaman tartışma konusu oluyor. Ama
postmodern anlayış varolan tüm teorileri yıkmaya meraklı olduğu için sadece
tesadüflerle gelişen romanlar da yazılıyor. Son yıllarda romanlarını küçük bir
tesadüfün üzerine kurduğunu ya da tesadüflerle geliştirdiğini söyleyen
romancıların sayısı az değil. Son Oyun
postmodern bir roman değil. Klasik tarzda yazılmış. Katilin baştan belli
kurbanın kim olduğunun merak edildiği bir cinayet romanı olarak okunabilir.
Çünkü, Ahmet Altan son bölümde tabanca patlayana kadar kimin kurban olduğunu
söylemek bir yana sezdirmiyor bile. Kurbanın kim olacağını kendisinin de baştan
bilmediğini yazma süreci içinde romanın gelişimiyle karar verdiğini
düşündürüyor.
Pek tanınmamış bir yazar. Romanları çok okur bulmamış.
Yıllarca yazmaya ara vermiş. Toroslar’da sakin bir dağ köyü arıyor. Niyeti bir
kaç ay orada kalıp yeni romanını yazmak. Bir cinayet romanı yazmak istiyor.
Otoyolda ilerlerken bir sapaktaki “Satılık Deniz” yazan küçük tabela dikkatini
çekiyor ve oraya sapmaya karar veriyor. Yani ilk tesadüf tabela, görmese, geçip
gitse hiçbir şey yaşanmayacak. Karnı acıkınca rastgele durduğu köftecide yediği
köfteleri ve içtiği buz gibi birayı beğenip, köftecinin önerisi ile bu kasabada
kalmaya karar veriyor. Zeytinlikler içinde, güzel bir sahilde ama oldukça garip
bir kasaba burası. İnsanların kafaları hep bulutlu. Bol bol içki ve esrar
tüketiyorlar. Katiller dolmuş minibüsleriyle gelip cinayet işliyor ve hiç
yakalanmıyor. Yerli halkla muhacirlerin kavgaları iktidar için sürekli çatışan
mafya çetelerinin mücadelesine dönüşmüş. Tepedeki küçük kilisenin altında
gömülü olduğuna inanılan hazineyi ele geçirenin kasabanın iktidarının da ele
geçireceğine inanılıyor. Tüm bunları saymazsanız sakin bir yer. Yazarımız da
sakin bir yer arıyor. Üstelik bir cinayet romanını yazmak için tüm malzeme bu
kasabada.
İkinci tesadüf kasaba ile şehir arasında çalışan küçük
uçakta gelip yanına oturan genç kadındır. “Kadınları çok iyi anlatması” ile
tanınan yazar kadınları bir mıknatıs gibi kendine çekmeyi de biliyor.
Romanlarını okuyanlar “Kadınlarla ilgili o kadar çok şeyi nereden biliyorsunuz”
sorusuyla yakınlaşıyor, okumayan kadınlarla da aynı hissi bizzat yaratarak yakınlaşıyor.
Şaşırtıcı olan yazarın “Kadınları çok iyi anlatması”na rağmen kitaplarının
satmamış olması, meşhur olmaması. Yani bir Ahmet Altan olamamış.
Ahmet Altan merak unsurunu hep canlı tutacak cinayeti ilk
sayfada bildirip, her türlü olaya gebe olabilecek bir mekana, sakin görünümlü ama
içten içe kaynayan bir kasabaya kahramanını yerleştirdikten sonra ikinci
tesadüfte Zuhal’le karşılaştırarak hem gerilimli bir aşk üçgeni kuruyor hem de
Zuhal’in kasabadaki konumu aracılığıyla kasabadaki iktidar çekişmesinin en
önemli tarafı ile tanışıp görüşmesini sağlıyor.
Zuhal, kasabanın en zenginlerinden biri olan belediye
başkanı Mustafa’ya aşkla bağlıdır. Aralarında gerilimli bir ilişki vardır.
Zaman zaman buluşup kavga eder, birbirlerinin canını acıtıp ayrılırlar ama
sonra yine özleyip tekrar aynı şeyleri yaşarlar. Zuhal daha tanıştıklarında
yazara bu durumu anlatır. Zuhal aşık olduğu adamla değil sevmediğini söylediği
yazarla sevişecektir.
Zuhal’le yazarın ilişkisi esas olarak bir zamanlar moda olan
internet chat odalarında gelişecek, defalarca sanal ortamda seviştikten sonra
gerçek anlamda birlikte olacaklardır. Yazar ustaca geliştirdiğini söylediği
taktiklerle kasabanın cinsel sırlarını da bu chat odalarında öğrenecek,
kasabalı kadınların nasıl güçlü bir şehvetle dolu olduklarını, cinsel oyunlara,
maceralara hazır beklediklerini keşfedecektir.
Yazar – Zuhal – Mustafa arasındaki ilişki klasik aşk üçgeni
olarak kuruluyor. Her zaman yazarla Zuhal’in bir ilişkisi olduğundan şüphelenen
Mustafa da sonunda yazarla yakınlaşıp onu tek dostu, sırdaşı haline getiriliyor
ki cinayetlerle gelişen gerilimi en yakından izlemek ve bize anlatmak için
gerekli bir konuma yerleşmiş oluyor kahramanımız.
Yazarla Zuhal arasındaki ilişkide yaşanan aşksız şehvet son
zamanlarda moda olan “erotik romans”ların bir parodisi gibi. Aralıklı olarak
gizlice kasabaya uzak otellerde buluşup sadece cinselliği tüm boyutlarıyla
yaşıyorlar. Ayrıntılı olarak anlatılmasa da, yazarla Zuhal arasında sadomazo
bir seks hayatı geliştiğini anlıyoruz. “Bir hayvan gibi parçaladım onu. Ben
paramparça etmeyi seviyordum. O paramparça olmayı” (s.111). Tüm bir gece boyu,
hatta 24 saat durmaksızın “şiddetle”, “vahişce” seviştikten sonra sadece chat
üzerinden görüşmek üzere kendi hayatlarına dönüyorlar. Zuhal tüm gizli
arzularını yazarla paylaşıyor, hayata geçiriyor. İmam nikahı da yapıyorlar,
yazar pezevenk olup Zuhal’i satışa da çıkartıyor...
Yazara Zuhal’le birlikte yaşadıkları yetmiyor. Cinsel
isteklerini tatmin etmek için kasabanın tek fahişesi Sümbül’ü evine çağırmağa
başlıyor. Cinsel arzularını tatmin ederken Sümbül’den kasabada yaşananlar
hakkında çok önemli ve gizli bilgiler de almayı başarıyor. Çünkü Sümbül iktidar
mücadelesinin iki yanını oluşturanlarla da birlikte oluyor ve ağzı sıkı bir
kadın olmasına rağmen yazar satır aralarını okumasını, imaları, anıştırmaları
çözmeyi biliyor.
Kadınların ne düşündüklerini, neler hissettiklerini ve ne
istediklerini çok iyi anlayan yazar bu özellliği sayesinde iktidar çatışmasının
diğer tarafını oluşturan aileyi de içten fethediyor. Mustafa’nın rakibi
Rahmi’nin annesi Kamile Hanım’ın büyük bir maharetle gizlediği ve hiçbir
erkeğin kolayca anlayamayacağı şehvet tutkusunu ilk akşam yemeğinde anlıyor.
Yemek sırasında belki sadece çok zeki kadınların fark edebileceği ama onların
da sesini çıkarmayacağı bir şekilde jest, mimik ve imalarla mesajlaşıyorlar.
Kamile Hanım’ın yazarın çok sevdiği şekerlemeleri yapıp gelmesi ile birlikte
hem romana yeni bir şehvet boyutu katılıyor hem de yazar iyice olayların
merkezine doğru çekilmeye başlıyor. Yazar artık sadece bir gözlemci değil
oyunculardan biridir ve sonunda tetiği çekmesi için silah bile hediye
edilecektir.
Ahmet Altan’ın köşe yazılarını andıran bir yazma tarzı var.
Her cümle bir paragraf oluşturuyor. Cümleler genellikle kısa. Merakı hep üst
düzeyde tutan cinayet romanı kurgusu
ile yazılmış kitap. Bu sağlam kurguyu romanın yaratıcısı yazarın
evrenin yaratıcısı olarak bir çeşit romancı saydığı tanrıyla konuştuğu,
tartıştığı bölümler sekteye uğratıyor. İlk başlarda birer hoşluk olarak okurken
bu konuşmalar sık sık tekrarlanmaya başlayınca hikayeden kopartan, ilgiyi
dağıtan ögeler halini alıyor. Bir de buna beşik ustası ile yapılan sohbetler
eklenince işin felsefi mesaj verme kısmının fazla kaçtığını söyleyebilirim.
Son Oyun, Ahmet
Altan romanlarını sevenlere de çoksatanların macera tutkunu okurlarına da hitap
edebilecek bir roman. Dünya’nın, Türkiye’nin hali, insan ilişkileri ve tabii
varlık, inanç gibi temel meselelerde sorduğu sorularla da bazı okurları
düşündürecek, yeni tartışma konuları açacak nitelikte.
25.04.2013
Yorumlar