Hüzün Adasında Bir Köy



Deniz Kavukçuoğlu “Hüzün Adasında Bir Köy”de  Bademli Köyü’nden tanıklıklarla Gökçeada’nın hüzünle yoğrulmuş yakın tarihini anlatıyor. Yerlisi olmayan bir ada Gökçeada. Ada halkı göç etmek zorunda bırakılmış, adı değiştirilmiş, kendi görünmezliğe terk edilmiş.
Adını “çorak topraklarda bereket tanrısı” olan İmbrassos’dan almış. Prohelence’den geliyor adı. Çünkü sanıldığı gibi bir Helen adası olarak kurulmamış. Ama Helenlerin varlığı M.Ö VI. Yüzyıla kadar dayanıyormuş. Anadolu’nun Pers İstilası’na uğramasından nasibini almış. M.Ö 494’de geri alınıp Atina Kolonisi olmuş. Ama ada Prohelen özelliklerini korumuş. İmrozlular her zaman kendine has özellikleri olan bir millet olmuş.
İmroz, Roma, Bizans ve Latin egemenliğine girmiş. 1453’de İstanbul’un Fethi’nden sonra Osmanlı yönetimine geçmiş ama imparatorlukla bağları vergi yoluyla olmuş, özerkliklerini korumuşlar. Kısa bir Venedik işgali (1463-70) haricinde 18 Ekim 1912’ye dek Osmanlı egemenliğinde kalmış ada. 8-9 yıllık Yunan yönetiminden sonra da 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması ile ve özel bir statü ile Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmış.
Lozan’da 14. maddede tanımlanan “özel statü” İmroz’un Bozcaada ile birlikte yerel unsurlardan kurulu özel bir idari yapısı olmasını öngörüyormuş. Dillerini koruyup ana dilde eğitim yapabilecek, ibadetlerini serbestçe sürdüreceklermiş. Bu yönetimin kendi polis örgütünü kendi seçtikleri yönetim ada halkından kuracakmış. Anlaşma hükümleri hiçbir zaman tam olarak uygulanmamış. 
1923’de İmroz’un nüfusu 8500. Ada halkının 99’u Türk diğerleri Rum. 1964’de Kıbrıs’ta yaşanan çatışmalara kadar ada huzurlu denebilecek bir yaşam sürmüş. Değişen politika adayı kökten sarsacak yaptırımlar getirmiş. 1964’de Yunanca eğitim verilen okullar kapatılmış. 1965’de verimli tarım arazilerinin büyük bir bölümü askeri havaalanı, askeri üs ve açık cezaevi yapılmak üzere istimlak edilmiş. 1966’da yine verimli araziler devlet üretme çiftliği kurulmak üzere kamulaştırılmış. Ardından balıkçılık yasaklanmış. Sonra da ada dışına hayvan satışı yasaklanmış. Yani ana geçim kaynağı tarım, hayvancılık ve balıkçılık olan halkın hayatını sürdürecek tüm olanaklar ellerinden alınmış. Bunlara açık cezaevindeki hükümlülerin ada halkına yönelik saldırıları, hırsızlık, tecavüz gibi olaylar eklenince İmroz yaşanmaz bir hal almış. Ada halkı büyük gruplar haline Yunanistan’a göç etmeye başlamış.
29 Temmuz 1970’de çıkartılan 5442 sayılı yasa ile adanın adı değiştirilip Gökçeada yapılmış ve Rumca yer isimleri Türkçeleştirilmiş. 1973’de Karadeniz, 1984’de Isparta, Burdur ve Muğla ve 2000’de de Çanakkale ve Biga’dan adanın köylerine nüfus nakledilmiş. En büyük göç ise 1974’de Kıbrıs’ta yaşanan olaylardan sonra olmuş. 1960’da adada 5487 Rum, 289 Türk kökenli yaşarken, 1970’de 2571 Rum, 4020 Türk kökenli, 1985’de 472 Rum, 7378 Türk kökenli yaşıyormuş. 2007 itibariyle 8672 olan ada nüfusunun 250-300’ünün Rum kökenli olduğu ve bunların neredeyse tamamının yaşlılardan oluştuğu belirtiliyor.
Sürgüne gitmek zorunda kalan İmrozlular önce Yunanistan’da tutunmaya çalışmışlar. Yunanistan’ın hayat şartlarının ağırlığı bir kısmının ABD, Güney Afrika ve Avusturalya’ya göç etmesine neden olmuş. Herşeye rağmen İmrozluluklarını korumuşlar. Adalarına hep sevgi ile bağlı kalmışlar. Oysa İmroz’a gitmeleri pek kolay değilmiş. Sürgündekilerin adalarına gitmesini engelleyen İmroz için özel bir vize uygulaması varmış. Zaten gitseler de adada kalacak yerleri yokmuş. Tarlaları kamulaştırılmakla kalmamış evleri de ya işgale uğramış ya da zamanın etkisi ile bakımsızlıktan kullanılmaz hale gelmiş.
1993’de değişen politika ile vize uygulaması kaldırılmış, sürgündeki İmrozlular her yıl artan sayılarda yaz aylarında adaya gelmeye başlamışlar. Özellikle de ağustos ayında Meryem Ana Bayramı sırasında... Tabii turist olarak. Şimdi yaz aylarında adadaki Rum nüfusun iki ile dört bin arasında değiştiği söyleniyor.
Turist olarak gelenlerin yanında sayıları binlere varmasa da vatan hasretine artık dayanamayıp adaya dönen, eski evlerini bulup tamir ettirip kalmaya başlayanlar da varmış. Bunlar daha çok yaz aylarını adada kışları Yunanistan’da geçirecek bir düzen kurmuşlar kendilerine.
Deniz Kavukçuoğlu’nun İmroz’la ilgisi yakın dostları İnci ve Yüksel Pazarkaya’yı bir kaç günlüğünde ziyaretleri ile başlıyor. İnci ve Yüksel Pazarkaya oğullarının sayesinde keşfettikleri adaya aşık olup Bademli Köyü’nde bir metruk taş ev satın almış. Evi yaptırdıktan sonra da yaz tatillerini ada da geçirmeye başlamışlar. Emeklilikle birlikte bu süre nisandan kasıma uzayan bir zaman dilimini kapsamış, bir anlamda yarı-adalı olmuşlar.
Deniz Kavukçuoğlu ertesi yıl Bademli Köyü’ne Pazarkaya’lara tekrar misafirliğe geliyor ve bu kez daha uzun kalıyor. Merkez’in Anadolu kasabalarını andıran tipik ve de çarpık yapılaşmasını geçip ıssız topraklarında sadece koyun ve keçilerin görüldüğü eski adı Gliki (Şeker) olan Bademli’ye ulaşıyor. “Kapıları, pencereleri çürümüş, çatıları çökmüş, bahçelerinde yaban otları, çalılar bitmiş, topraklarından yararsız ağaçlar yükselmiş taş evler” içini hüzünle doldursa da köyün yerlileri tüm sıcaklıkları ile onu feth ediyor. Köy kahvesinde yazı yazarken sürekli gözüne bir yıkık ev çarpıyor ve “bu evi almalıyım” diye kafasına koyuyor. Evin satın alınması ve yeniden inşası sırasında da eşi Sevgi Kavukçuoğlu ile köye iyice ısınıyorlar.
Gliki’nin nüfusu 2007 itibariyle 48. 1935’de 463, 1965’de 293, 1975’de 61’miş. İmroz’un yaşadığı göçlerle köy de hızla nüfus kaybetmiş. Şimdilerde kış nüfusu 18. Gliki bir Rum köyü, göçlerin köyü bu kadar derinden etkilemesinin sebebi de bu.
Köyde kalan bu az ve yaşlı nüfus yaşadıklarının da etkisiyle iyice içine kapanmış, kıendilerini adeta izole etmiş, dışarıyla fazlaca ilişki kurmadan yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ama köy hüznü ve doğal güzellikleri keşfedildikçe kentin karmaşasından kaçıp bu sessiz ve dingin ortama sığınmak isteyen Türkler gelmeye başlıyor. Neyse ki sayıları az ve de anlayışlı insanlar bunlar. Köyün yerlileri yavaş da olsa onlarla ilişki kurmakla kalmıyor, sıkı bağlar oluşturuyor. Köyde özellikle kışın az sayıda insanın yaşaması dayanışmayı da gerekli kılıyor. Sevgi Kavukçuoğlu da aksayan inşaatı hızlandırmak için köyde kalınca kış nüfusuna dahil oluyor. Ona da yüreklerinde yer açıyorlar. Acılar, hüzünler, yürek burkan ve tatlı anılar belleklerinde bastırdıkları kuytuluklardan çıkmaya, paylaşılmaya başlıyor. Yunanistan’dan gelen yaz nüfusuyla da tanışılıp kaynaşılıyor.              
Deniz Kavukçuoğlu’nun “Hüzün Adasında Bir Köy”ü (Temmuz 2013, Can yay.) yazma kararında da onların anlattıkları etkili oluyor. Kitap tanıklıklarla örülüyor. Komşulardan başlayarak köy halkı ile görüşmeler yapıyor Kavukçuoğlu. Görüşmeleri birer canlı tarih belgesi olarak kaydediyor. Gliki’lilerin anlattıkları özellikle yakın tarih açısından çarpıcı olaylar, trajediler içeriyor. Yunanistan’dan gelen yaz nüfusunun anlattıkları ile öykü daha da derinleşiyor. Atina’ya gidip oradaki İmrozlularla görüşüyor. Tüm bu tanıklıklardan adanın tarihine uzanıyor Kavukçuoğlu. İmroz hakkında yazılmış az sayıdaki kitabı, makaleleri araştırıyor. Belgelere ulaşıyor. Cennet nasıl cehenneme çevrilmiş, insanlar nasıl çok sevdikleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakılmış, arazilerin nasıl istimlak edilmiş, ailelerin dağılmış, mallar yağmalanmış öğreniyoruz.  
Bir yandan da Gliki’deki gündelik hayatı anlatıyor, anlattırıyor Deniz Kavukçuoğlu. Kış yaşamının ıssızlığını, yaz gelmesiyle hareketlenen köyü ve 15 Ağustos’tan sonra Meryem Ana Bayramı ile iyice canlanan yaşamı hem anlatıyor hem de fotoğraflıyor. Köyün her sakinini ilginç ve içyakan öyküleri ile tanıyoruz.
“Hüzün Adasında Bir Köy” resmin büyüğünü görmek isteyenler için çerçeve yazılarla ve oldukça yansız yazılmış ve bilgilendirici bir AB raporu ile tamamlanıyor. Belki de İmrozluların acısının boyutunu daha somut kavramak için önce bu yazıları okumak sonra da onların bireysel öykülerine dalmak daha doğru bir yöntem.
“Hüzün Adasında Bir Köy” hem İmroz’un hüznünü anlamak hem de yakın tarihimizde aydınlatılmadan geçilen olayların ayrıntılarını öğrenmek için etkileyici bir belgesel anlatı.
15.08.2013

Yorumlar