Ayfer Tunç “Dünya Ağrısı”nda Anadolu’da küçük bir şehirde
yaşayan bir otelci ile otelin sürekli müşterilerinden birinin dostluklarından
yola çıkarak Türkiye’nin gizli – saklı ağrılarını anlatıyor.
Mürşit, babadan kalma bir otelin işletmecisi. Mazbut bir
hayatı var. Kızını evlendirmiş, askerlik çağına gelmiş oğlu ve karısı ile
birlikte yaşıyor. Doğup büyüdüğü bu taşra şehrinden kaçıp kurtulmak amacıyla
yaşamış. Babasının hastalanması ile tüm kaçma planlarını erteleyip hiç yapmak
istemese de yatalak babasına, annesine, kız kardeşlerine bakmak zorunda olduğu
için oteli yönetmeye başlamış. Babasının yıllarca süren hastalığı kaçma
planlarını unutmasını gerektirmiş. Belki severim diye düşündüğü bir kadınla
evlenmiş, çoluk çocuğa karışıp iyice kök salmış. İşini, evini, ailesini, git
gide çoraklaşan şehri, insanları sevmez olmuş. İnsanlarla ve yaşamla ilişkisini
en alt düzeye indirmiş. Günlerini otel ve ev arasında, akşamları içeceği bir
kaç duble rakıya ayarlı olarak geçirmeye başlamış. Evine, ailesine, işine
ilgisizliği sonucunda aile bağları gevşemiş, otel bakımsızlıktan iyice çaptan
düşüp düşkünlerin, yoksulların uğrağı haline gelmiş.
Mürşit her şeyin farkında, ilişkilerini nasıl yoluna
koyabileceğini, ailesinin gönlünü nasıl tekrar kazanacağını, oteli babasının
zamanındaki para kazanan kaliteli bir yer haline getirebileceğini biliyor ama
içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Adeta vadesinin dolmasını, ölüm gününü
bekliyor.
Otele sürekli müşteri olarak yerleşen Madenci’nin durumu da
ondan farklı değil. Yaşı ve mesleki deneyimi itibariyle çok daha iyi mevkide
olması gerekirken bu kasabadan bozma küçük şehirdeki altın madeninde çalışmaya
razı olmuş, Mürşit’in hiçbir konforu olmayan otelinde kalıp günlerini otel ve
maden arasında tüketen bir mühendis. Mürşit ve Madenci her akşam buluşup bir
büyük rakıyı birlikte tüketirken aynı ruh halinde olduklarını keşfedip yavaş
yavaş suskunluklarını bozup az da olsa konuşmaya başlıyorlar.
“Dünya Ağrısı” adını “weltschmerz” teriminden alıyor. “Weltschmerz”
Almanca bir terim. Sözlük anlamı “yaşamaktan usanç getirme; pesimizm,
bedbinlik, melâl”, edebiyat terimi olarak da “zamane hastalığı”. “Weltschmerz”
terimini ilk kez 1763 – 1825 tarihleri arasında yaşayan Alman Romantiklerinden Johann
Paul Friedrich Richter 1827’de yayımlanan “pesimistik” romanı “Selina” da Lord
Byron’ın hoşnutsuzluğunu, tedirgin ruh halini tanımlamak için kullanmış.
“Weltschmerz” terimini birçok filozofun da kullandığı
biliniyor. Çağımızda bir tür psikolojik rahatsızlığı tanımlamak için kullanılıyormuş.
Anomi ve yabancılaşmaya benzetilebilecek bu rahatsızlık kişinin idealize ettiği
dünya ile fiziki ve sosyal olarak yaşadıklarının uyuşmaması sonucunda
oluşuyormuş. Bu his de “depresyon, istifa
ve kaçma” gibi durumlara neden
olabiliyormuş.
Ayfer Tunç’un bir söyleşisinde belirttiği gibi (Taraf ,
21.01.14) “Dünya Ağrısı” (Ocak 2014, Can yay.) “iki adamın çektiği bu ağrının
kaynağını aramalarını, sonunda kendi toplumsal ve bireysel varoluşlarında
bulmalarını anlatıyor.” Mürşit ve Madenci ağrının kaynağını ararken
geçmişlerini eşeliyorlar. Roman Mürşit’in bakış açısından yazıldığı için onun
içdünyasına, aklından geçirdiklerine, gözlemlerine, anımsadıklarına da şahit
oluyoruz. Gözlemlerden başlamak gerek herhalde. Mürşit’in oteli için için çöküp
bir mezbele halini alırken müşteri profili de değişmiş, iyice yoksulların
mekanı olmuş. Otelin yaşadığı değişime koşut olarak şehirde de bir değişim söz
konusu. Sosyal yaşam gittikçe kuraklaşıyor. Şehirde ailecek yapılabilecek
hiçbir şey yok. En önemli meydan bile bu sosyal kuraklaşmaya uydurulmuş,
asırlık ağaçlar kesilip kel bir hale getirilmiş. Ailecek gidilebilecek
lokantaların olmaması bir yana Mürşit’in tek başına gidebileceği doğru dürüst
bir meyhane bile kalmamış. Son meyhane de kapanmak üzere.
Mürşit’in şehirle, insanlarla ilgili anımsamaları ise daha
ağır bir görünüm ortaya çıkartıyor. Şehir tek tipleştirilmiş. Bir Türk adı
almış olan son Ermeni’nin de ölümü Mürşit’e Aleviler’e, Çingeneler’e yapılan
ayrımcılıkları anımsatıyor. Çocukluk çağlarında belleğine ayrımcı görüşlerin
nasıl yerleştirildiğini düşünüyor.
Mürşit’in Madenci ile uzun suskunluklarla gelişen
sohbetlerinde en çok deştiği babası ile ilişkisi. Babası Mürşit’in tam tersine
girişimci bir adammış. Şehrin iki otelinden biri olan işini kendi elleri ile
kurmuş, geliştirip kalınacak en iyi yer hailne getirmiş. Oğlundan da bayrağı devralmasını,
otelin seviyesini daha da yükseltmesini bekliyor. Ama Mürşit üniversiteyi
kazanıp bir an önce şehri terk etme telaşında. Babası bu haberi alınca çöküyor,
Mürşit de babası hastalanıp kalmak zorunda kalınca “weltschmerz”e (dünya
ağrısına) varacak ruh haline giriyor. Dünya ile ilişkisini en aza indiriyor.
Madenci’nin ruh halini ise pek anlayamıyoruz. Çok az şey
anlatıyor. Bir şeylerden kaçtığı belli ama bu ruhsal bir durum mu yoksa
zorunluluk mu romanın sonuna kadar belli olmuyor. Nadiren geçmişinden söz
ediyor. Bu anlardan birinde karısının öldüğünü ve buna kendisinin neden
olduğunu düşündüğünü öğreniyoruz.
“Dünya Ağrısı”nın ana mekanı olan otel ister istemez Yusuf
Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ni hatırlatıyor. Özellikle oteli çekip çeviren Kibar
ilk andan itibaren Zebercet’i çağrıştırıyor. Ama romanın akışı nedeniyle
yaşamının tamamı otelde geçen Kibar’ın yaşamının ayrıntılarına girilmediği için
Zebercet’le nasıl bir benzerliği var bilemiyoruz. Ayfer Tunç, okurda “Anayurt
Oteli” çağrışımı olacağını öngörmüş olmalı ki Mürşit’e “Anayurt Oteli”nin
filmini seyrettirip arada bir bağ olmadığını söyletiyor.
Mürşit ve Madenci’nin ruh hallerine bakıp okurun aklına
gelebilecek iki roman var; biri Albert Camus’nün “Yabancı”sı, diğeri yine Yusuf
Atılgan’ın “Aylak Adam”ı. Romanın finalinde Mürşit ve Madenci’nin ağrılarının
varoluşsal bir nedene dayanmadığını, somut karşılıkları olduğunu, yaşadıkları
büyük travmalardan, olaylardan kaynaklandığını anlıyoruz.
Bu arada belirtmem gerek Mürşit yaşamdan kendini soyutlayıp
içine kapandığı için “dünya ağrısı”nın başkalarında da olabileceği aklına
gelmiyor. Baba - kız ilişkisi kuramadığı ve zamanla iyice uzaklaştığı kızı
Elvan’ın kendiyle aynı halde olduğunu anlaması içinse bir an boş bulunup “Baba
neyin var?” sorusuna “Hiç kızım... İçim ağrıyor” diye cevap vermesi gerekiyor.
Elvan “Benim de ağrıyor baba”, “herkesin az çok ağrıyor içi’” demekle kalmıyor.
“Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. Dinmeyen bir ağrı” diye ekliyor
(s.242). Elvan’ın iç ağrısının dibinde bir travma mı yatıyor yoksa varoluşsal
bir durum mu Mürşit deşmiyor, biz okurlar da öğrenemiyoruz. Ama cevabından
“Yabancı” ya da “Aylak Adam”la benzer durumda olanın Elvan olabileceğini
düşünmeden edemiyoruz.
Esas gönderme Cioran’a. Çizgi
romanlar okurken tanıdığımız Mürşit, otelin başına geçmek zorunda kalmasa
felsefe okuyacaktı. Şehrin tek kitapçısından otelde pineklerken vakit geçiririm
diye satın aldığı kitap romanda adı belritilmese de Cioran’ın "Ezeli
Mağlup"u. Kitabı satın almasına da kitapçıda karıştırırken okuduğu “İnsan
bir uçurumdur” cümlesi neden oluyor (s.154). Otelde okumaya başladığında ise
kitapta “İçindeki yumrunun adına rastlı”yor “Weltschmerz ya da dünya ağrısı.”
(s. 226). Daha sonra da "istediğimiz zaman gösteriden ayrılabilecek olmamız,
coşturucu bir fikirdir" cümlesini
okuyor kitaptan (s.227). Mürşit bir cümle daha okuyor "İntihar insanın
elindeki büyük fikirlerden biridir." (s.228). Hemen aklımıza, acaba
intihar edecek mi, sorusu takılıyor. Mürşit bu cümleyi okurken Madenci’nin
karısı Arzu’nun intiharını da düşünüyor çünkü. “Herkes bir şey yapıyor diye
düşündü. / Kötülük için. İyilik için. Acısını unutmak için. Kaçmak için. / Ben
kıpırdayamıyorum. / İnsan bir uçurumdur.”
Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı”
kolayca havasına girilemeyen, ama havasına girildi mi merakla okunan farklı
okumalara açık bir edebiyat eseri. İki arkadaşın tamamen şahsi görünen
ağrı’larını anlatıp bireysel varoluşumuzu sorgulamamıza neden olurken
Türkiye’nin gündemindeki temel meseleleri, yakın geçmişteki toplumsal travma
yaratan olayları da anımsatıyor, bugüne gelmemizde nasıl bir katkımız olduğunu
sormamıza neden oluyor.
06.02.2013
Yorumlar