Buz



Anna Kavan yaşam öyküsüyle kültleşmiş, eserinin önüne geçmiş yazarlardan. “Buz” da onun başyapıtı. Gerçeküstü bir dünyada düşle gerçeğin birbirinin içine karıştığı bir öykü anlatıyor Anna Kavan. Çok boyutlu, çok farklı açılardan okunacak, yorumlanacak bir roman “Buz”.  
Ana ekseninde saplantılı bir tutku var. Romanın anlatıcı kahramanı tüm yaşamını bir kızı arayıp bulmaya vakfetmiş. Sadece onu düşünüyor, onu görmek istiyor. Tüm zorlukları aşıp onu arayıp buluyor. Ama kızın ona yönelik bir ilgisi yok. Gelişine sevinmiyor, dostluk göstermiyor, hatta çoğunlukla bir kelime bile etmiyor. Korktuğu belli, bir an önce gitmesini ister gibi bir tavrı var.  
“Bir zamanlar ona deliler gibi âşıktım, onunla evlenmeye niyetlenmiştim. İronik bir şekilde, o zaman amacım onu, ürkekliğinin ve kırılganlığının davet eder göründüğü, dünyanın duygusuzluğundan korumak olmuştu. Aşırı duyguluydu, çok hassastı, insanlardan ve hayattan korkuyordu; kişiliği onu sürekli korkulu itaat durumunda tutan sadist bir anne tarafından hasara uğratılmıştı. Yapmam gereken ilk şey güvenini kazanmaktı, bu yüzden ona karşı hep naziktim, duygularımı zaptetmeye dikkat ediyordum. (...) Ona camdan bir kızmış gibi davranıyordum: ancak ara sıra, o da güç bela, gerçekmiş gibi görünüyordu. Bana duyduğu korkuyu derece derece kaybediyordu, ama çekingen ve kaçamak davranmayı sürdürüyordu. Bana güvenebileceğini düşünüyordum ve beklemeye razıydım. Beni kabul etmek üzereymiş gibiydi; yine de toyluk, duygularının içtenliğini değerlendirmeyi zorlaştırıyordu. Gerçi şimdi evli olduğu adam için beni ansızın terk etti ama, muhabbeti büsbütün yapmacık değildi” (s.24) diye anlatıyor kızla arasında yaşananları. Ama kızın kendisini terk edip evlenmesi, uzak bir yere gitmesi onu caydırmıyor. İzini sürüyor, evini buluyor ve onları ziyaret ediyor. Kız onunla konuşmuyor, hatta birarada bulunmamaya, karşılaşmamaya çalışıyor. Adam da gitmesi gerektiğini düşünüyor ama gidemiyor.
Daha sonra kızın kocasını terk edip ortadan kaybolduğunu duyunca tutkusu tekrar depreşiyor ve izini sürmeye başlıyor. Anlatıcı ona her defasında bulunduğu konumdan kurtarmayı, güvenceli bir konuma getirmeyi teklif ediyor ve her defasında reddediliyor. Kız tekrar bulunup “taciz” edilmemek için olsa gerek bulunduğu yeri terk ediyor ve bunu haber alan anlatıcı tekrar peşine düşüyor, tüm zorlukları aşıp kızı buluyor ve yine reddediliyor.
Anlatıcının kızı bulup güvence almak istemesinin önemli bir gerekçesi de var. Radyoaktif kirlilik ve açıklanmayan bir nükleer patlama nedeniyle bir iklim değişikliği yaşanıyor. Kuzey Kutbu erimeye başlamış, buz kütlesi güneye, Avrupa’ya, şehirlere doğru akıp her yeri kaplıyor. Bu durum büyük karışıklıklara yol açıyor, bir savaş hali ortaya çıkıyor. İnsanlar buzdan kaçmaya çalışıyorlar, devletler bu panik halini engellemeye, onların yer değiştirmesini önlemeye çalışıyor. Anlatıcı kızın izini sürerken birçok olaya karışmak, maceralara girmek durumunda kalıyor. Sanırım roman bu boyutu nedeniyle yayınlandığı yıl yılın bilimkurgu kitabı ödülünü almış. Anna Kavan kısa ve öz bir anlatımla bu atmosferi başarı ile canlandırıyor. Buzdan kaçmaya çalışan, yiyecek peşinde koşan, hayatta kalmaya çalışan insanların birbirleriyle ölümüne mücadelesini, onları önlemeye, düzene sokmaya çalışan asker ve polislerin müdahalelerini inandırıcı bir biçimde anlatmış. Yarattığı atmosfer II. Dünya Savaşı ertesinde yaşanması beklenen nükleer savaş çıksaydı neler olacağının bir öngörüsü olarak da değerlendirilebilir.
Anlatıcıyla kızın av – avcı ilişkisinde bir de üçüncü kişi var; muhafız. Muhafız ülke yönetiminde söz sahibi, güçlü bir kişi, kendisine bağlı silahlı güçler var. Kızı korumasına almış, buzun hareketiyle birlikte yer değiştirdikçe onu da yanında götürüyor, ona önem verdiği, sevdiği belli ama bir çeşit tutsak gibi de kapalı tutuyor. Anlatıcının muhafızla hem mücadelesi hem de dostluğu oluyor. Muhafız anlatıcının kıza nasıl bir tutkuyla bağlı olduğunu biliyor ve görüşmelerini sağlıyor ama dediğim gibi kız her defasında anlatıcıyı reddediyor. Kızın muhafızı terk edip anlatıcıyla gitmemesinin gerekçesi önemli. Muhafız kıza hem sevgiyle yaklaşıyor hem de koruma bahanesi ile ona tutsağı gibi davranıyor, korkutuyor, aslında anlatıcının yaptığı da farklı değil. Kız onunla gelmek istememesinin gerekçesi de bu. Kızın anlatıcıdan kaçıp başka erkeklerle kurduğu diğer ilişkilerinde de konumlanması hep aynı. “Kızı malı gibi gördüğü açıktı. Ben de ona bana ait gözüyle bakıyordum. Kız ikimizin arasında hiçbir şey haline getirilmişti; tek işlevi bizi birbirimize bağlamak olabilirdi. Adamın yüzü beni hep iğrendiren aşırı kibirli görünüşünü takınmıştı. Yine de birdendire onunla tanımlanamaz bir yakınlığım olduğunu hissettim, bir çeşit kan teması, öyle ki bizden ‘iki tane mi olduğunu’ merak etmeye başladım...” diye bu durumu anlatıyor. Anlatıcı kızın izini sürerken karıştığı bir olayda mahkemede tanık olarak dinleneceğinde de “Belirtmek isterim ki tanık bir psikopat, muhtemelen şizoittir, dolayısıyla ona inanılamaz” itirazı ile karşılaşıyor.    
Romanın gerçeküstü ya da düşsel boyutuna gelince roman adamın biraz “hastalıklı” ya da geçimşle bugün arasında gidip gelen bakış açısından anlatılıyor. O nedenle olsa gerek anlatı zaman zaman karmaşıklaşıyor, bulanıklaşıyor. Örneğin kızı ve ressam kocasını ziyaretinde hava çok soğuk ama öykü biraz ilerleyince çok sıcak bir günde yaşanmaya devam ettiğini de görüyoruz. Araya giren bu tip parçalar zaman ve mekanda kaymalar yaratıyor, ama hep kızla adamın ilişkisini anlatan öykü parçaları oldukları için açıklayıcı nitelikleri de var. Dış dünyanın buzlarla kaplı görüntüsü de bu gerçekdışı düşsel yapıyı destekleyip kuvvetlendiriyor.
Eleştirmenler “Buz”da (Haziran 2014, çev. Selahattin Özpalabıyıklar, Everest yay.) anlatılanlarla Anna Kavan’ın yaşam öyküsü arasında benzerlikler buluyor. Kızı tanımlarken “kişiliği onu sürekli korkulu itaat durumunda tutan sadist bir anne tarafından hasara uğratılmıştı” denmesi Kavan’ın annesi ile ilişkisini tanımlaması olarak da kabul edilebilir. Anna Kavan’ın kendisini Kafka’ya yakın bulurken Kafka’nın babası ile yaşadıklarının bir benzerini annesi ile yaşadığını söylediğini biliyoruz. Biraz anlaşılmaz, gerçeküstü bulunan her yazarı Kafka ile ilişkilendirmek, Kafka’ya benzetmek adettir. Genellikle de bu benzetmeler abartılıdır, yerini bulmaz. Anna Kavan’ı da “Kafka’nın kız kardeşi” diye nitelemişler. Kavan’ın soyadında Kafka’ya gönderme yaptığı da biliniyor. Anlatım ve roman kurgusu açısından bakarsak “Buz”da Kafkaesk bir hava var. Zaman, mekan belirsiz, kahramanların birer adı bile yok. Ama Kafka’dan bir adım ileri gittiği, farklılaştığı çok yer de var Kavan’ın. “Buz” güçlü, etkileyici, her okumada farklı boyutlar kazanan, bir çok simgeler gizli, sırrına kolay vakıf olunamayacak bir roman. Yayınlanalı neredeyse 50 yıl olmuş ama hâlâ okunuyor, yorumlanıyor. Anna Kavan adına sürekli sempozyumlar düzenleniyor.
Helen Emily Woods, Helen Ferguson adıyla 6, Anna Kavan adıyla 10 kitap yayımlamış. Ölümünden sonra da 6 kitabı derlenmiş. Türkçede ise sadece üç kitabı yayımlanmış. 1993’de yayımlanan “Buz”u (Yapı Kredi yay.), 1994’de Şefika Komçez çevirisi ile “Uyku Tanrısının Evi” (Mitos), 2005’de Roza Hakmen çevirisi ile “Kartal Yuvası” (Merkez Kit.) izlemiş.
“Buz”un Türkçeye çevriliş ve yayımlanış öyküsünü kitabın girişinde Selahattin Özpalabıyıklar keyifli bir dille anlatıyor. Selahattin Özpalabıyıklar, Borges, Dickinson, Blake gibi şair ve yazarlardan çeviriler yapmış önemli ama az sayıda çevirisi olan bir çevirmendir. Bunda sanırım editörlük mesleğinin başka işlere vakit bırakmamasının payı büyük. Eylül 1993’de ilk baskısı çıkan “Buz”un ikinci baskısı Mayıs 1995’de çıkmış ama nedense Yapı Kredi Yayınları 19 yıldır kitabı tekrar basmamış. O dönem YKY’nin yayın yönetmeni olan Enis Batur çevirisini heyecanla karşıladığı bu kitabın yeni baskılarını neden yaptırmadığını, Anna Kavan’ın diğer eserlerini neden Türkçeye çevirtmediğini yazarsa belki bunların nedenini anlarız. Ama Türk okurun, büyük bir yazarı, Anna Kavan’ı ıskaladığını rahatlıkla söyleyebilirim.  
04.09.2014

Yorumlar