Birkaç yıldır yazarlarımız hakkında ard arda sempozyumlar
düzenliyor üniversiteler. Bu durum ilk bakışta oldukça sevindirici ve o kadar
da şaşırtıcı. Çünkü Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin çağdaş edebiyata uzak olduklarını,
hele yaşayan yazarlara hiç de sempati ile bakmadıklarını biliyoruz. Genellikle
Divan Edebiyatı üzerine araştırmalar yapmayı, öğrencilerini de bu yöne
yönlendirmeyi severler. “Yeni Türk Edebiyatı” bölümleri bile kendini Tanzimat
Dönemi ile sınırlamıştır. En ileri görüşlüsü Tanpınar’ın ötesine geçmez.
İlk zamanlar üniversiteler sempozyumlara da pek sıcak
bakmadılar. Çağdaş Türk Edebiyatını, günümüz yazarlarını okuyup seven birkaç
öğretim üyesinin cesur girişimleri ile yapıldı sempozyumlar. Kuşkusuz 2000’li
yıllardan başlayarak Bilkent Üniversitesi’nin Türk Edebiyatı Bölümü’nün
etkinlikleri hem öncü hem de önemliydi. Son yıllarda Bilkent yavaşladı ama
Bilkent’in boşluğunu birçok üniversite doldurdu. Sempozyumsuz günümüz geçmez
oldu.
22 Ekim’de Yeditepe Üniversitesi’nde Mario Levi, 24- 25
Ekim’de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Adalet Ağaoğlu Sempozyumu vardı. 30 -31
Ekim’de de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Orhan Kemal Sempozyumu
var.
“İfrat ve tefrit” millet olarak en önemli özelliğimizdir.
Bir şeyi ya hiç yapmayız ya da aşırıya kaçar o kadar çok yaptırırız ki
bıktırırız, bıkarız. Sadece İstanbul’da bir haftada üç sempozyum yapıldığını
görünce bu işte de aşırıya kaçtığımızı düşünmek doğal.
Eskiden şairlere, yazarlara selam bile vermeyen, kapılarından
sokmayan üniversiteler neden sempozyum aşkına tutuldular, diye merak etmemek
elde değil. Akademik kariyer için bildiri sunma şartı var, biliyoruz. Sempozyumlarda
jürilere girecek profesörlerle tanışma olanağı olduğu gibi, bildiri sunan akademisyen
üniversite yönetimi ve öğrencilerin gözünde değer kazanıyormuş. Kurum içi
ödüllendirmelerde her yıl belli sayıda bildiri sunmuş olmak koşulu aranırmış.
Başka kurumlara geçişlerde de sunduğunuz bildiri sayısının çokluğu
önemseniyormuş. Sempozyum hazırlama kurulunda bulunmak, “akademik hizmet puanı”
kazandırırmış ve idari görev (dekanlık vb.) almada bu puanlar etkenmiş.
Düzenleyen üniversitenin de medyada ve akademik dünyada tanınmasına
önemli etkisi oluyormuş. Sempozyumu düzenleyen bölümün üniversite içindeki
tanınmışlığını artırır, rektörlük ve dekanlık nezdinde bölüme puan kazandırır,
harcamalarda öncelik sağlarmış. Belli sayıda etkinlik yapmış olmak ulusal ve
uluslararası sıralamalarda önemli sayılırmış. Kuşkusuz hiç bu yararları
düşünmeden tamamen iyi niyetle bir yazarı hatırlatmak ya da saygısını göstermek
için sempozyum düzenleyen üniversiteler, akademisyenler de var. Onlara da
teşekkür etmeliyiz.
Sempozyum “belli bir konuda düzenlenen oturum ya da seminer”
olarak tanımlanıyor. Seri konuşmalar bütünü diyen de var. Amaç bir konuyu
olumlu ya da olumsuz tüm yönleriyle ele alıp bir sonuca varmak. Bir yazar ya da
şair için yapılan bir sempozyumda hele o yazar ön sıradan sizi dinliyorsa
olumsuz bir şey söylemek mümkün görünmüyor.
Akademisyen olmayan katılımcılar genellikle övgü konuşmaları
yapıyor ya da anılarını anlatıyor. Bu yazarların sayısı sımırlı. Katılımlarına
karşılık telif ücreti verilmiyor. Sadece bir demet çiçek ve şilt. Yakında
sempozyumdan sempozyuma koşmaktan bıkacaklardır. Akademisyenler ise başlıkları çok ciddi ve
çekici ama içerikleri kof bildiriler sunuyorlar. Sempozyumlar en az bir tam gün
sürüyor, iki gün sürenler de var. Büyük zaman kaybı. Çoğunda sunulan bildiriler
derlenip yayımlanmıyor. Bazı bildirilerin birden fazla sempozyumda farklı
başlıklarla sunulduğundan da şüpheleniliyor.
Az, öz ve değerli sempozyum yapmayı başaramayacağımıza göre
sempozyum enflasyonu geçecek, yakında sempozyumlar tamamen unutulacaktır.
31.10.2014
Yorumlar