Hindi’nin Ruhu



Ersan Üldes “Hindi’nin Ruhu”nda unutulmuş bir yazarın tamamen unutulmuş bir romanını açımlama iddiasındaki bir metinle edebiyat dünyasını, eleştiri anlayışlarını, yazarlık, roman gibi kavramları ironik bir yaklaşımla ele alıyor, eleştiriyor.  
Hasan Cahit Doğanay 1942 doğumlu, yayımlattığı ilk iki roman Türkiye’nin siyasi açıdan çalkantılı yıllarına rastladığı için hiç okunmamış, üçüncü romanı toplatılmış bir yazar. “Son kurşunum” dediği romanı Hindi’ye ise on yılını vermiş, kendi deyimi ile bir başyapıt ortaya çıkartmış. Ama küçük bir yayınevinden çıkan bu roman da hemen hiç ilgi görmemiş. “Hindi’nin Ruhu”nun (Mart 2015, Sel yay.) anlatıcısı Doğanay’ın romanının okur bulamamasının nedeninin yazarının “zor” biri olması, “girift kavramlar eliyle inşa ettiği simgesel yapılar”la “metnini sıradan okura kapatması” olduğunu düşünüyor. “Yeterince iyi süzülüp kavransa” geçen yüzyılın en önemli metinlerinden olduğunu düşündüğü bu “avangart” romanın karanlıkta kalan yerlerini açıklayarak anlaşılmasını sağlayıp tekrar dikkatleri çekmesi ve yeniden basılması arzusuyla bir araştırma kaleme alıyor. Bu bilgileri metnin giriş yazısından öğreniyoruz.
Yazdıkları doğru çözümlenip anlaşılamadığı için okur bulamamış, unutulmaya terk edilmiş birçok yazar ve şair biliyoruz. Bunlardan ilk akla geleni de kuşkusuz Oğuz Atay ve “Tutunamayanlar”. Oğuz Atay’ın yaşam öyküsü ile kitabın girişindeki Hasan Cahit Doğanay’ın biyografisi arasında birçok benzerlikler kurabiliriz ama ben Ersan Üldes’in daha genel bir durumun parodisini yazdığını düşünüyorum. Edebiyatımızda kitapları yayımlandığında okur bulmamış, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmemiş bir çok yazar var. Bunların neredeyse tamamı kendileri ile Oğuz Atay arasında benzerlikler kuruyor. Eserlerini okuyup çözümleyecek bir eleştirmen çıksa, yazdıklarıyla esere dikkati çekse, iyi bir yayınevi de romanı tekrar bassa hak ettikleri okura ve üne kavuşacaklarına gönülden inanıyorlar.
Hasan Cahit Doğanay böyle bir yazar ve ölümünden sonra da olsa onda Oğuz Atay gibi bir nitelik ve başyapıtı saydığı romanı Hindi’de de Tutunamayanlar’daki gibi bir derinlik olduğuna inanan bir eleştirmen var. Hindi’yi satır satır okuyarak karanlıkta kalan yerlerini açıklıyor, yaptığı göndermeleri çözümlemeye çalışıyor, metinler arası bağlar kurmaya çalışıyor. 185 sayfalık bir roman olan Hindi’yi açımlama çabasından 196 sayfalık bir eleştirel metin, “Hindi’nin Ruhu” ortaya çıkıyor.
Çok katmanlı olduğunu, okurun kolayca anlamadığını düşündüğü romanları açıklayan eserler veren böyle eleştirmenler olduğunu biliyoruz. Onların çalışmaları da tıpkı “Hindi’nin Ruhu” gibi çözümlenilmeye çalışılan eserden daha oylumlu ve genellikle eserin kendisinden daha anlaşılmaz oluyor. Hatta bu çözümleyici metinleri tekrar çözümlemek gerektiğini bile söyleyebiliriz.          
Ersan Üldes “Hindi’nin Ruhu”nda bu yaklaşımın da parodisini yapmış. Metnin kimliğini açıklamayan yazarı Hindi romanını satır satır okuyarak bize tekrar anlatıyor. Burada ironik olan ana metni, “Hindi”yi bazı çok kısa alıntılar dışında hiç bilmememiz. James Joyce’u ya da Marcel Proust’u hiç okumadan onların eserleri hakkında yazılmış eleştirileri okuyan çok edebiyat meraklısı vardır.
“Hindi’nin Ruhu”ndan Hindi’nin ana kahramanı Mesut Penyeci’nin kendi deyişi ile “gün boyu ve günler boyu evde siftinerek kitap sırtlarına baka duran” bir “iş görmeyen” olduğunu öğreniyoruz. “İş görmeyenim” diyor, çünkü kendinin bir işsizden de beter durumda olduğunu, işsizliğin bile bir iş olduğunu düşünüyor. Mesut günlerini yerin üç kat altındaki evinde hiçbir şey yapmadan geçiriyor ama nadiren de olsa görüştüğü kişilere roman yazdığını söylüyor. Yayınlanmış tek eseri “Leon Stavilansky’nin Üstkurmacalarında Biçeme Galebe Çalan Laytmotifin Göstergebilimsel Analizi ve Semantik Jest” adlı denemesidir. Ondan sonra tek bir satır bile yazmamıştır.
“Roman yazıyorum” demesine çevresindekiler inanmakla ya da inanmış gibi yapmakla kalmıyor, romancı olarak biliniyor olmalı ki bir gün telefonu çalıyor ve biyografik bir roman yazma teklifi alıyor. Mesut bu teklife can simidi gibi sarılıyor. Artık roman yazmak için konu aramasına neden yoktur, konu ayağına gelmiştir.
Edward Cumhur, büyük bir aydın ve de Dünya çapında bir mucit ve bilim adamı olduğunu söylediği babası Prof. Dr. Turgay Cumhur’un yaşam öyküsünü bir roman olarak yazdırmak istemektedir. Üstelik yazılan kelime başına çok da iyi bir ücret ödeyecektir. Mesut’un işini kolaylaştırmak için birçok fotoğraf ve belge de yollar. Mesut bunlardan yararlanarak bu “ünlü” kişinin biyografisini yazacaktır.
Bir “iş görmeyen”ken romancı halini almıştır. Günler sonra kapıdan dışarı adımını atar ve hayata karışır. Artık her şey gözüne bir roman konusu ya da romanında kullanabileceği bir ayrıntı olarak görünmeye başlamıştır. Gerçek bir roman konusuna rastlaması içinse çok zaman geçmez. Caddenin ortasında yüzüstü yatan bir adam ile karşılaşır. Polis çevreyi kordon altına almış, herkes işini gücünü bırakmış izlemektedir. Mesut ne olup bittiğini anlamaya çalışır ve adamın öldüğünü, ölüm nedeninin anlaşılması için ambulansla morga götürüldüğü görür ve izlemeye başlar.
Mesut dışarı çıkıp roman konularının izini sürmekle kalmaz adeta kendini aşarak kız arkadaşı Kumral’ın ısrarı ile Proust’la ilgili bir sempozyuma izleyici olarak katılır. Bu sempozyumda Proust’un eserleri dışında hayatı hakkında her şey anlatılır. Bu sayfaları sempozyum salgını hakkında mizahi bir eleştiri gibi okuyabileceğimiz gibi “Hindi’nin Ruhu”nun yazarı gibi metinlerarası bağlar kurup Hasan Cahit Doğanay’ın Proust sevgisinin bir göstergesi saymak da mümkün.
“Hindi’nin Ruhu”nun yazarı Hindi’yi satır satır okuyup anlamaya çalışırken Faulkner’a da göndermeler bulacaktır. Araştırmalarını daha da genişletip Hasan Cahit Doğanay’ın karısına, kızına, kayınbiraderine ve yakın bir dostuna da anlamını çözemediği deyim ve kavramları yorumlatacaktır.
“Hindi’nin Ruhu”nun yazarı da bu yorumlama ve yorumlatma çabaları sırasında karikatürleşir. Bir anlamda Hindi’nin kahramanı Mesut’a benzer. Aynı şekilde Hasan Cahit Doğanay’la biyografik romanı yazılması istenen Prof. Dr. Turgay Cumhur arasında da benzerlikler bulabiliriz.
“Hindi’nin Ruhu” “roman içinde roman” tanımlamasının da ötesine geçecek şekilde içiçe geçmiş metinler, roman kahramanlarının yarattığı yeni roman kahramanları gibi yapısal özellikleriyle bir postmodern roman olarak nitelenebilir. Esran Üldes ironik bir yaklaşımla satırarasına sızmış mizahla gelişen, eleştiriyi dozunda tutan bir anlatım kurmuş, metni akıcılaştırmış. Yine de “Hindi’nin Ruhu” kolay bir metin değil. Belki de “Hindi’nin Ruhu”nu açıklayacak yeni bir metin yazılmasını gerektirecek kadar çok “karanlık noktası” ve birçok gizli göndermesi var. Yani okurdan da emek istiyor. 
30.04.2015

Yorumlar