Geoff Dyer’in “Venedik'te
Aşk Varanasi'de Ölüm”nün Türkçe’de yayımı Venedik Bienali’nin açılış günlerine
rastladı. Türkiye Pavyonu’nundaki Sarkis’in sergisi, Türkiye ve Ermenistan
Pavyonu arasındaki bağlar, Türkiye’den hangi sanatçıların davet edildiği,
kimlerin ana sergide yer aldığı konuları kadar Bienal sırasında verilen
davetler, partiler, kimlerin katıldığı da yazılıyordu gazetelerde. Türkiye’nin
bütün sanat çevreleri ve gazetelerin sanat sayfalarının yöneticilerinden
kalburüstü köşe yazarlarına dek Venedik Bienali’ne gitmeyen kalmamıştı.
Geoff Dyer’in “Venedik'te
Aşk Varanasi'de Ölüm”nün (Nisan 2015, çev. Ayşe Ünal Ersönmez, Sel yay.) ilk
bölümü “Venedik'te Aşk”ı okuyunca sadece bizim abartmadığımızı diğer ülkeler
için de durumun farklı olmadığını öğreniyoruz. Sanat çevreleri için Venedik
Bienal’inde görünmek, önemli davetlere, partilere katılmak bir prestij ölçüsü.
“Venedik'te Aşk”ın
kahramanı Jeff Atman 40’lı yaşlarına gelmiş bir serbest gazeteci. Sanat
dergilerine yazılar yazıp, röportajlar yaparak hayatını kazanıyor. Yaptığı
işten de yaşantısından da bıkmış. İşini bırakmayı düşünüyor, istifa mesajı
yazıp e-postayı son anda siliyor. Onun biraz silkinip kendine gelmesini
sağlayan paraya kıyıp aklaşan saçlarını boyandığı belli olmayacak doğallıkta
boyatması oluyor.
Bıkkın sanat yazarı Jeff Atman’la birlikte 2003 yılı Venedik
Bienal’ine gidiyoruz. Avrupa’nın en ucuz havayolu şirketiyle uçup Venedik diye
başka bir havaalanına inmek kahramanımızı yıldırmıyor. Onu birçok görev verip
Bienale yollamış olan dergi neyse ki otel konusunda cimri davranmamış. Jeff de
Venedik için lüks sayılabilecek odasına yerleşip kendini sokağa atıyor. Böylece
de Jeff’le birlikte Bienal’in bir gazeteci olarak nasıl yaşandığını okumaya
başlıyoruz.
Bıkkın ve umarsız olsa da Jeff işine sadık bir gazeteci.
Belli başlı ülke pavyonlarını, ana sergiyi dikkatli bir şekilde geziyor,
yerleştirmelerin bildirilerini çözmeye çalışıyor, videoları ne anlattığını
anlamak için sonuna kadar izliyor. Akşamları da diğer meslektaşları gibi
partilere, davetlere katılıyor. İçebildiği kadar çok içki içip sosyalleşiyor.
Sergilerden, sanat eserlerinden çok hangi davetin daha görkemli olduğu, kimin
hangi davete çağrıldığı, hangisinde daha çok içki ve yiyecek ikram edildiği, bu
partiden sonra hangi davete gidilmesinin doğru olacağı konuşuluyor. İçki
servisi bittiği anda yeni bir partiye koşuluyor. Geoff Dyer, Jeff Atman’ın rehberliğinde Venedik’i ve Bienal’i ayrıntılı
bir şekilde ve de eleştirel bakışı ihmal etmeden anlatıyor. İçeriden, sakin bir
bakışı var ama eleştirilerinin acı olduğu da söylenebilir. Doğrusal bir
anlatımla yazılmış, kolay nüfuz edilebilir bir metin “Venedik'te Aşk”.
Jeff Atman’ın rutinini bu davetlerden birinde karşılaştığı
Laura bozuyor. Çevrede onlarca benzeri olmasına rağmen, Laura bu boyalı saçlı
yorgun ve bıkkın adama ilgi gösteriyor. Jeff de bu ilgiyi karşılıksız
bırakmıyor ve bir Bienal aşkı doğuyor.
Laura Freeman, Los Angeles’dan gelmiştir. Orada bir galeride
çalışıyordur. Ama işini bırakıp Güneydoğu Asya’ya, Hindistan’a gidecektir.
Tahmin edebileceğimiz gibi gideceği yerler arasında Varanasi de vardır. Daha
ilk karşılaşmada Laura’ya aşık olan Jeff de Dünya’nın neresine giderse gitsin
onu izlemeye kararlıdır. Doğal olarak biz okurlar da romanın ikinci bölümü “Varanasi'de Ölüm”de Laura ile Jeff’in
aşkının Varanisi’de süreceğini, en azından Venedik’te aşkı tadan Jeff’in
sevgilisinin peşinden Varanisi’ye gideceğini, orada Laura’yı ararken yeni
maceralara gireceğini umarız. Ama Geoff Dyer’in hınzır bir yazar olduğu,
Türkçede okuduğumuz ilk kitabı “Bir Hışımla”da (Everest yay.) D.H.Lawrence
hakkında bir inceleme yazmaya karar veren bir yazarın bu incelemeyi
yazamamasının öyküsünü anlatırken sabrımızı sonuna dek sınayıp bizi iyice sinir
ettiği de hatırımızdadır. O nedenle tedbiri elden bırakmamakta ve sürprizlere
hazır olmakta fayda var.
“Venedik'te Aşk”a
dönersek Laura Jeff’i kurallara uygun olarak birazcık peşinde koşturduktan
sonra iki sevgili aşklarını yaşamaya başlıyor. Jeff Laura ile birlikte tekrar
yaşama bağlanıyor, Birkaç günle sınırlı olsa da tutku dolu bir aşk yaşıyorlar.
Partilerin, davetlerin artık bir başka anlamı oluyor. Bienale de Venedik’e de
aşkın canlılık veren gözüyle bakıyor Jeff. Ama kaçınılmaz son da geliyor. En
kısa zamanda bir daha ayrılmamak üzere buluşma sözleri verilip Laura Los
Angeles’a uçuyor.
Varanasi'de Ölüm
“Varanasi'de Ölüm”ün
ilk birkaç sayfasını okuduktan sonra kitabın iki bölümü arasında nasıl bir bağ
kurabiliriz ya da böyle bir bağ kurmalı mıyız, diye düşünmeden edemiyor insan.
Bu bölümün kahramanı da bir İngiliz gazeteci. Ama ilk bölümün kahramanı Jeff mi
yoksa başka birisi mi bilemiyoruz. Adı verilmiyor. Zaten ilk bölümdeki ironik
bakışlı, kendi kendiyle alay edebilen Jeff’in havası yok bu gazetecide.
Kahramanımız
Varanasi hakkında bir gezi yazısı yazması amacıyla yollanmış. Beş gecelik kısa
bir gezi bu. Varanasi, Ganj Nehir kenarında Hindularca kutsal sayılan bir kent.
Hindular 2500 yıldır bir tür Hac farizesini yerine getirmek için geliyor.
Dindar Hindular orada ölmeyi ve öldükten sonra yakılıp küllerinin suya
atılmasını arzuluyorlar. Ganj kıyısındaki Gant’larda hem ibadet ediliyor,
kutsal suda yıkanıp günahlardan arınılıyor hem de ölüler törenlerle yakılıp külleri
nehre atılıyor. Dünyanın halen yaşanan en eski kentlerinden biri.
Kahramanımız Varanasi’ye
turist gözüyle bakıyor ve anlatıyor. Günler geçtikçe şehre, insanlara bakışı
değişiyor. Nehrin farklı bir anlamı olmaya başlıyor ya da başka bir deyişle
insanların nehri nasıl algıladığını anlamaya başlıyor. Ve kahramanımız
nehre ve kente bağlanıyor. Uçak biletini iptal edip bir otelde yaşamaya
başlıyor.
Zamanla Batılı adetlerinden kurtulup oraya dini ve belki
ruhsal açıdan arınmaya gelen Hindular gibi davranmaya başlıyor. Giyimi
değişiyor, sakal bırakıyor. Eskiden pis bir su diye baktığı ve elini bile
sokmaktan çekindiği Ganj’a Hindular gibi girmeye başlıyor. Yaşam
alışkanlılarının değişmesi varoluşunu, yaşamak ve ölmek gibi kavramları
sorgulamasını da beraberinde getiriyor. Düşünce yapısı ile yaşam biçiminin
birlikte değiştiğini söyleyebiliriz.
Tabii ki sorumuza dönüp bu iki anlatıyı biraraya getiren
nedir, niçin yazar ikisini birlikte okunmamızı öneriyor diye düşünüyoruz.
Kitabın başındaki Alain Ginsberg’in Hindistan Günlükleri’nden yapılmış alıntı
bunu açıklayabilir mi? Evet, Venedik de Varanasi de birer “su kenti”. Çok eski
tarihleri olan şehirler. İki anlatıda da bir arayış var. İlkinde gazeteci
yaşamın anlamını aşkta buluyor, ikincisinde varoluşunda. Kitabın arka
kapağındaki gibi “İki farklı kentte geçen iki farklı öykü, aslında tek bir
öykünün iki farklı yüzü olabilir mi?” diye de sorabiliriz. Belki de hiç bu
kadar zorlamadan Geoff Dyer’in iki farklı mekânda geçen iki anlatısını edebiyat
tadı alarak okumak yeterlidir. Nasılsa her okur kendince bir şeyler bulacaktır.
Emre Ayvaz, k24’deki “Geoff Dyer’dan entelektüel serserilik
dersleri”nde yazarın eserlerini genel olarak ele alırken “Venedik'te Aşk Varanasi'de Ölüm”ü de
sorguluyor. Yazarın tüm eserleri içindeki yerini tespit etmeye çalışıyor. Ben
de birden çok türde yazan yazarlar için haksızlık etme pahasına sorulabilecek
olan “denemede mi başarılı yoksa romanda mı?” diye soruyorum ister istemez.
Anlatımıyla, biçimiyle, türlerarası kurduğu ilişkilerle etkileyici bir kitap
olan “Bir Hışımla”dan sonra “Venedik'te Aşk Varanasi'de Ölüm” doğrusal
anlatımıyla çok parlak bir eser sayılmayabilir ama tek başına ele alırsanız
kitaba daha iyimser bakabilirsiniz. Sorun bu iki güzel kitabı arka arkaya okumuş
olmakta sanırım. Geoff Dyer’ı yayıncılarımız biraz geç keşfetti, umarım
hızlıca tüketmezler. Aynı yazardan bir kaç ay içinde ard arda üç kitap
yayımlanmış olması kaçınılmaz olarak bu iyi yazarı hemen tüketip, unutulmaya
terk edeceğimiz kuşkusu doğuruyor. Geoff Dyer verimli bir yazar, daha birçok
kitap da yazacaktır. Türkçede yayımlanacak kitaplarını merakla bekleyeceğim.
18.06.15
Yorumlar