Maureen Freely “Bizans’a Yolculuk”ta ABD ve Sovyetler
Birliği arasındaki soğuk savaşın en şiddetlendiği günlerde, 1960’ların başında
İstanbul’da görev yapan Amerikalılar ve onların Türk dostlarının yaşadıklarını
sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun gözünden anlatıyor.
1938 kışında bir Pazar akşamüstü Brooklyn’de başlıyor “Bizans’a
Yolculuk”. Romanın anlatıcı kahramanı Mimi’nin annesi Grace o sırada sekiz
yaşında ve “ilk ve en yaratıcı yalanını” söylüyor. Yalanlar gelecekte onun ve
küçük kızı Mimi’nin yaşamında belrileyici olmakla kalmayacak bir dizi önemli
olay için de domino etkisi yapacak.
Grace iyi bir Blues şarkıcısı olma yolunda ilerlerken bir
evlilikle tüm planlar iptal oluyor. Onunla tekrar 1960’da fizik doktorasını
yeni bitirmiş kocası ve üç çocuğu ile İstanbul’a gitmeye hazırlanırken
karşılaşıyoruz. Kocası İstanbul’daki bir Amerikan Koleji’nden (Robert Kolej) iş
teklifi almış ve hemen kabul etmiştir. Bu kararda karı – koca uzak ülkelere
gitme hayali kadar ülkedeki boğucu havadan, kendisine doğru yaklaşmakta olan
tehlikeden de kaçmak niyeti etkili olmuştur.
Senatör McCarthy görev yaptığı on yıl boyunca, 1947 -57
yılları arasında büyük bir cadı avının liderliğini yapmış, tanınmış hemen
herkes komünist olmakla suçlanmış. Bu aslında Sovyetler Birliği’ne karşı
yürütülen siyasi ve askeri savaşın ülke içine yansıyan bir parçası. Mimi’nin
babası bir fizikçi ve atom bombasının sırlarını Sovyetler’e vermekle suçlanıp
idam edilen Rosenberg’lerle aynı laboratuvarda çalışıyor. Senatör McCarthy bu
laboratuvarı “komünistlerin yuvası” olarak ilan etmiştir ve Mimi’nin babasının
da cadı avına kurban olup işinden olması, hatta tutuklanıp yargılanması da olasıdır.
Komünist suçlamasından kaçıp komünist bir ülkenin, Sovyetler
Birliği’nin komşusu Türkiye’ye yerleşmişlerdir. Arnavutköy sırtlarında
oturdukları evden Boğaz’dan geçen silah yüklü Sovyet gemilerini görmek hatta
onların yarattığı titreşimle sarsılmak mümkündür.
“Bizans’a Yolculuk” (Eylül 2015, çev. Özge Çallı Spike, Everest
yay.) Mimi ve ailesinin İstanbul’a yerleştikleri 1960’dan ABD’nin Türkiye’nin
Karadeniz kıyısına yerleştirdiği nükleer başlıklı füzelere karşılık SCBB’nin
Küba’ya aynı nitelikte füzelerden yerleştirmesi ile patlayan ve Dünya’yı
nükleer savaş tehlikesi ile karşılaştıran Küba Bunalımı arasında geçiyor. Kesin
bir tarih de var 27 Ekim 1962; SCBB lideri Kuruşçev’in ABD Başkanı Kennedy’e
gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde
SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve
bağımsızlığına saygı göstereceğini bildirdiği tarih. Roman o gece yapılan
“Dünyanını Sonu Partisi” ile finale ulaşıyor.
Mimi ve ailesi İstanbul’da kendileri gibi Robert Kolej’e
sığınmış Amerikalılar, onlarla ilişki içindeki Türkler ve hepsini birden takip
eden Türk ve ABD’li ajanlardan oluşan bohem bir topluluğa katılır. Bu
topluluktaki bazı simaları, Sinan’ı, CIA
ajanı William Wakefield’i, Türk istihbaratçı İsmet’i Maureen Freely’nin önceki
romanı “Aydınlanma”dan (2008, Metis yay.) hatırlıyoruz. “Bizans’a Yolculuk”,
“Aydınlanma”yı önceliyor ve “Aydınlanma” gibi oto biyografik özellikleri olduğu
anlaşılıyor. Maureen Freely’nin romana konu olan yıllarda İstanbul’da sözü
edilen mekânlarda çocukluğunu geçirdiğini, babası yazar – tarihçi John
Freely’nin de Brooklyn’de doğduğunu, fizik öğrenimi gördüğünü, Mimi’nin babası
gibi II. Dünya Savaşı’nda Burma ve Çin’de görev yaptığını biyografisinden
biliyoruz.
“Bizans’a Yolculuk”un sabırsız okuru caydırabilecek bir
girişi var. Ailenin İstanbul’a yerleşmesi, çevre oluşturması Mimi’nin bakış
açısından anlatılırken roman biraz ağır ilerliyor. Bu ilk bölümde anlatılan ama
işlenmeden ve tabii sonuçlandırılmadan bırakılan küçük kız kardeş Violet’in bir
inşaat işçisinin sürekli tacizine uğraması olayı var. İlerleyen sayfalarda bu
olaya ve/veya sonuçlarına ilişkin bir şeyler okuyacağımızı umuyoruz ama öylece
kalıyor.
Mimi’nin kendi içine kapalı dünyası, kulak misafiri olduğu
büyüklerin konuşmaları ve onları kendince yorumlaması ile renkleniyor. Bu hayal
dünyası annesinin yüreklendirmesi ile Mimi’nin küçük bir ajan haline gelmesine
neden oluyor. Mimi çevrelerindekilerden kimlerin komünist ya da ajan olduğunu
anlamaya çalışmakta ve ailesini bunlardan gelecek tehlikelerden korumak için
duyduklarını yaptığı resimler ve görünmez mürekkep olduğu söylenen limon suyu
ile resim defterine kaydetmektedir. Bu kayıtlardan çok yarım yamalak
duyduklarını ve onlara dayanarak yaptığı yorumları annesine ve kendisinden 4
yaş büyük tek arkadaşı Dora’ya anlatması, onlardan duydukları ile yorumların
gelişmesi ile iş tehlikeli hal almaya başlar.
Roman esas hızına ve temposuna Mimi’nin ailesinin birçok
dostu ile Mısır gezisi için Sovyet gemisi Feliks Dzerjinski’ye binmesi ile
kavuşuyor. Orhan Pamuk’un kitaba destek vermek amacıyla yazdığı anlaşılan ve
kapakta yer alan “Conradvâri bir öykü” nitelemesiyle bu gemide yaşananları kast
ettiğini düşünmek mümkün. Öte yandan “Bizans’a Yolculuk” yanlış anlamalarla
dolu bir ajanlık öyküsü olarak Joseph Conrad’ın başyapıtlarından “Gizli
Ajan”dakine benzer havada. Orhan Pamuk bu benzetmeyi o nedenle yapmıştır
kuşkusuz, diye düşünüyorum.
Mısır’ın lideri Nasır’la Yugoslav’ların sosyalist lideri
Tito’nun dostluk anlaşması için el sıkıştıkları sırada mürettabatında bol
sayıda Rus ajanı bulunan bir Sovyet gemisine komünist olduklarından
şüphelenilen Amerikalılar’ın binmesi ister istemez dikkati çekecektir. Gemiye
yolcu olarak binen hemen herkes de kuşkusuz onları izleyen Amerikan ajanları
olarak suçlanma konumundadır. Geminin kapalı ortamına eklenen fırtınalı hava
tüm yolcuları birbirine yakınlaştırır ve sonuç olarak bu yolculuk ABD ile
Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş’ta dönüm noktalarından biri haline gelir. Buna
bir de gizli ajan Mimi’nin duyduklarına getiridiği yalan yanlış yorumlar
eklenince iş iyice karmaşıklaşır ve başta Mimi’nin babası olmak üzere bir çok
kişiyi zor duruma düşürür.
Soğuk savaş döneminde İstanbul’da geçen bir ajan romanına
“Bizans’a Yolculuk” gibi “tarihi roman okuyacağım” beklentisi yaratan bir isim
koymanın doğru bir karar olmadığını düşünüyorum. Türkçe baskının kapağında yer
alan Hisar’lı Boğaz manzarası bu tarihi roman izlenimini daha da güçlendiriyor.
Romanın İngilizce baskısının kapağında bir gemi güvertesinden bakan küçük bir
kız çocuğu portresi var ki bu içeriğe daha yakın bir kapak çalışması.
Hatta İngilizce baskıda yer alan fotoğrafa kitabın başka bir
bakış açısı ile okunabileceğinin de göstergesi olarak bakabiliriz. “Bizans’a
Yolculuk”un soğuk savaş dönemi ajan romanı olmadığını aslında anlatılanın bir
anne – kız ilişkisindeki iletişimsizlik olduğunu düşünüyorum. Kendinden küçük
bir kız ve bebeklik çağında bir erkek kardeşi olan Mimi annesinin kendisi ile
yeterince ilgilenmediğini düşünüyor. Onunla daha sıcak, daha yakın bir ilişki
kurmak istiyor. Durumu fark eden ama kızına zaman ayıramayan Grace de kızına
kendi gözü ve kulağı olma görevini vererek hem aralarını ısıtacağını hem de onu
uzunca bir süre meşgul edebileceğini düşünüyor. Sonuç olarak küçük gizli ajan Mimi’nin
yarattığı karmaşa ile bir ajan romanı parodisine ulaşıyoruz.
“Bizans’a Yolculuk” ustaca kurgulanmış, iyi bir roman. Her
iyi romanda olduğu gibi okurlarını farklı boyutlara yöneltecek bir yapıda gelişiyor,
merakla, hızla okunuyor.
08.10.15
Yorumlar