“Yenilgiye ve başarısızlığa uğramaktan usanmıştım”



Elli beş yaşında bir yazar. Hollywood’a senaryolar yazıyor. Ama birçok meslektaşı gibi uzun zamandır işsiz. İşsizlik parasıyla ailesini geçindirmeye çalışıyor. Üçü erkek biri kız dört çocuğu var. Hepsi yetişmiş, artık kendi yaşamlarını kurmaları gerekiyor ama hâlâ evdeler, ya okullarını bitirmemişler henüz ya da askerlik korkusu ile okuyormuş gibi görünüyorlar. Hepsinin birbirinden farklı sorunu ve evden ayrılmama gerekçesi var.
Aslında ev herkese yetecek kadar büyük ama Henry J. Molise artık onlarla uğraşmaktan bıktığını düşünüyor. Çocuklar bir an önce evden ayrılıp kendi yaşamlarını kurarlarsa o da yıllardır düşünü kurduğu şeyi yapacak. Roma’ya gidecek. Kitabın adı da buradan geliyor. “Roma’nın Batısı” (Mart 2016, çev. Avi Pardo, Parantez yay.) John Fante’nin ölümünden sonra yayımlanmış kitaplarından. Kitap birbiri ile bağlar kurabileceğiniz bir novella ve uzun bir öyküden oluşuyor. 
Kitabın ilk bölümünü oluşturan “Dangalak Köpeğim” adlı novella Henry J. Molise’in yağmurlu bir gece eve geldiğinde bahçede büyükçe bir köpek bulması ile başlıyor. Okyanus kıyısında yazlık evlerden oluşan bir mahallede oturuyorlar. “Kayalıklardan ve aşağıda kükreyen okyanustan yüz adım ötede bir dönümlük arazi parçasının üzerinde” ev. Yüz elliye yakın çam ağacının içinde yapılmış Y biçiminde bir çiftlik evi. “Başarılı bir yazarın evi” izlenimi uyandırıyor uzaktan bakanlara.
Bahçedeki köpek bir ayı büyüklüğünde, uyuşuk, sarsak. Garip davranışları var, insanlaracinsel ilişki kurmak amacıyla saldırıyor. Başta karısı Harriet olmak üzere kimse “bu korkunç yaratık”ı istemiyor. Ama Henry ona ilk gördüğü anda bağlanıyor. Köpeği neden istediğini de kitabın arka kapağına da alıntılanan şu sözlerle açıklıyor; “Ben biliyordum o köpeği neden istediğimi. Utanç verici derecede açıktı, ama oğlana söyleyemezdim. Mahcup olurdum. Kendime itiraf edebilirdim ama, bununla ilgili bir sorunum yoktu. Yenilgiye ve başarısızlığa uğramaktan usanmıştım. Zafer açlığı çekiyordum. Elli beş yaşındaydım ve tek bir zafer yoktu görünürde, bir çarpışma bile. Düşmanlarım bile çarpışma isteği duymuyorlardı artık. Dangalak zafer demekti. Yazmadığım kitaplar, görmediğim yerler, hiçbir zaman sahip olamadığım Maserati, arzuladığım kadınlar, Danielle Darrieux, Gina Lollobrigida ve Nadia Grey. Senaryolarımı kan damlayıncaya kadar doğrayan eski konfeksiyoncu patronlarıma karşı zafer demekti. Ünlü üniversitelerde okuyan, dünyaya çok şey vaat eden çocuklara sahip olma düşümdü."
Yaşamında bir köpek olursa bütün dertlerini unutmaktadır. Daha önce de köpekleri olmuştur. Bir pitbull olan Rocco’yu sevgiyle anar. Dangalak’ın da Rocco gibi bitmek bilmeyen günlerin acısını hafifleteceğini, yaralarını saracağını, çocukluğunun yoksululuğunu ve geleceğinin umutsuzluğunu unutturacağını umar.  
Dangalak Henry’nin umutlarına cevap vermez ama evde büyük bir hesaplaşma yaşanmasına neden olur. Karısı Harriet onlarca yılılk evlilikten, her gün yemek, temizlik yapıp dört çocuk yetiştirmek yorgundur. Evi satıp kendilerine yeni bir yaşam kurmaları gerektiği düşüncesindedir. Henry de yeni bir yaşam kurmak istemektedir ama onun yeni bir yaşam düşünde karısı da çocukları da hatta doğup büyüdüğü Amerika da yoktur. O çocukları evden yollayıp her şeyi satıp savıp anavatanına İtalya’ya, Roma’ya gitmek istemektedir. Gerçi orada hiç yaşamamıştır ve birkaç günden fazla geçiremeyeceğine emindir ama bu düş onu yaşama bağlamaktadır.
Dangalak, onun evde yarattığı sorunlar ve özellikle Henry ile ilişkisi ailenin çözülmesini hızlandırır. “Ünlü üniversitelerde okuyan, dünyaya çok şey vaat eden çocuklar” olamamışlardır ve Henry’nin gözünde iyi bir araba ya da sıradan bir köpek kadar değerleri yoktur. Tüm başarısızlıklarının nedeni onlar ve karısıdır. Yeni romanlar yazamamasının, senaryo tekliflerini alamamasının nedeni olarak onları görür. Onları, yapıp ettiklerini idealize etmiştir şimdiye kadar. Ama artık kusurları ile de görmeye başlar ve evden kopuşlarını iyi bir şeymiş gibi görmeye çalışır. 
Çocuklar çeşitli nedenlerle birer birer evi terk eder. Köpek kaçar. Karısı ile evde yapayalnız, birbirlerine uzak odalarda kalırlar. Ama hiçbir şey hayal ettiği gibi olmaz. Yeni bir roman yazmayı başaramaz. Yeni iş teklifleri gelmez.
Kitabın ikinci bölümünü oluşturan uzun öykü “Orji”de 1925’de Colorado’da yazın yaşananlar anlatılır. On yaşında bir çocuk. Babası duvar ustası. İtalya’nın Abruzzi yöresinde kayalıklarla çevrilmiş bir kasaba olan Torcella Peligna’dan göç etmişler. Aşırı dindar, bolca öfkeli bir anne ve babanın en yakın dostu solak tuğlacı Frank öykünün diğer kahramanları.
Anne ne kadar dindarsa Frank de o kadar Ateist. Bu nedenle annenin en büyük düşmanı. Başlarına ne gelirse sorumlusu olarak Frank’i görüyor. Ama babanın en yakın dostundan ayrılmaya niyeti yok. Duvar işleri yaparak geçinmeye çalışıyorlar. Çocuk da onlara sucu olarak yardım ediyor.
Yaşamları bir hisse senedi satışından zengin olan iş arkadaşlarının babasına bir altın madeni bırakması, babasının da kendine ortak olarak Frank’i alması ile değişiyor. Artık iki arkadaş hafta sonlarını altın madenini kazarak geçiriyor. Bir süre sonra anne iki arkadaştan kuşkulanıyor ve çocuğu da onlarla birlikte yolluyor. İki arkadaşın aslında madeni kazmadıkları, hafta sonlarını  bol bol içerek ve de ziyaretlerine gelen bir kadınla hoş zamanlar yaşayarak geçirdikleri ortaya çıkıyor.
Novella ile bu öykü arasında bir bağ kurmak istersek “Orji”yi başarısız yazar Henry’nin çocukluğu olarak okuyabilir. böyle şartlarda yetişen çocuk nihayette öyle bir adam oluyor, diyebiliriz.

 John Fante’nin yaşam öyküsünü biliyorsak taşlar iyice yerine oturur. Fante’den geriye kalmış az sayıda fotoğrafta bir kız dört çocuk ile yaşadıkları o Y biçimindeki ev görülür. Fante’nin başarılı bir yazarlık döneminden sonra uzun yıllar Hollywood’ta senarist olarak çalıştığını da biliyoruz. Yani anlattıklarının otobiyografik yanları da var. Ama Fante’nin esas özelliği anlatımı. Pırıl pırıl cümlelerle, derin bir ironiyle hüznü kararak sözü uzatmadan ama tüm duyguyu okura iletmeyi başararak anlatıyor. Her satırında büyük özeleştiriler var ve en acı sözleri kendi hakkında söylüyor, en beter şeyler onun başına geliyor. Kitabın kötü kahramanı anlatıcısı. Sonuçta anlattıkları da hepimizin bir şekilde yaşadığı şeyler. Yani kolayca kitapla bağ kurup havasına giriyor, o güzel anlatıma kapılıp bir solukta okuyoruz. 
24.03.16

Yorumlar