“1876 yılı baharında gayrımeşru bebeğimi doğurmak üzere evin
erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim” diye başlıyor Şebnem
İşigüzel’in “Gözyaşı Konağı”.
1876 hareketli bir yıl. 14 Şubar’ta Alexander Graham Bell
telefonu icat etmiş. 30 Mayıs’ta Abdülaziz tahttan indirilip yerine V. Murat
geçiyor. 4 Haziran’da Abdülaziz ölmüş. İntihar ettiği söylense de öldürüldüğü
iddiaları da var. 31 Ağustos’ta akıl sağlığı yerinde olmadığı anlaşılan V.
Murat tahttan indirilip yerine II. Abdülhamit geçecek. Yıl sonunda, 23
Aralık’ta da ilk Osmanlı anayasası Kanuni Esasi ilan edilecek.
Abdülaziz’in saltanatı batılılaşma yönünüde önemli adımların
atıldığı bir dönem. 3 Kasım 1839’da okunan Tanzimat Fermanı ile başlayan
yenileşme sürüyor. Kağıt üzerinde de olsa kadın ve erkek arasında eşitlik
sağlanıyor. Evde hapis kalmış kadın sokağa çıkmaya başlıyor. Giyim
modernleşiyor. “Türk kadınlarının yüzü artık sır değil” diye yazıyor Batılı
gezginler.
Kadınlar sınırlı da olsa öğrenim görüyor. Kız öğrenciler
için ebe ve öğretmen okulları açılıyor. 1854 yılında da cariyelik ve kölelik
kaldırılmış ve kadınların alınıp satılması yasaklanmış.
Şebnem İşigüzel’in “Gözyaşı Konağı” (2016, İletişim yay.) tam
da bu yıllarda geçiyor. Sözünü ettiğim gelişmelerin kadınların yaşamına ne
denli yansıdığını anlatıyor.
Gayrımeşru bebeğimi doğurmayı bekleyen romanın 17 yaşındaki
kahramanı belki de bu gelişmeler nedeniyle canını kurtarıp Büyükada’daki henüz
inşaatı bitmemiş köşklerine sığınmış. Yanında sadece Bedriye Kalfa var. Bedriye
Kalfa önce gardiyanı oluyor, sonra başarısız bir teşebbüs de olsa celladı
olmaya çalışıyor.
“Gözyaşı Konağı” geriye dönüşlerle gelişen bir roman. Vuslat
Emine çocuğunu doğurmayı beklerken geleceği konusunda endişeli ama esas olarak
geçmişi ile ilgili. Kısacık yaşamında başından geçenleri daha çok annesi, kız
kardeşleri, halası ve kalfalarının yaşadıkları üzerinden anımsıyor, özlüyor.
Baba ve ağabeyin sözü ediliyor ama özellikle babanın anılarda yeri yaptıkğı
kötülükler, getirdikği yasaklar ve uyguladığı şiddet dışında yok. İkisini de
iyi anılarla anımsamıyor.
Babası saraya bile borç para veren hırslı bir tüccar. Ağabeyin
evde varlığı ile yokluğu belli değil, kendini içkiye vurmuş. Büyük abla Fatma yanlış
bir evlilikten sonra eve dönmüş ama babası boşanmasına izin vermediği için
şeklen evliliğini sürdürüyor. Hicran kendisinden yaşça büyük bir paşa ile
nişanlı.
Vuslat Büyükada’da doğurmayı beklerken köşkteki
tutsaklığından kurtulduğu gün ilk rastladığı erkeğe aşık oluyor. İlk bakışta
ıssız bir koydaki dalyanda yaşayan bir garip balıkçı gibi görünse de yakışıklı
ve etkileyici biri Mehmet. Bir kaç kelime konuşup, dalyandaki odacığındaki
kitapaları görünce siyasi bir kaçak olduğu anlaşılıyor.
Mehmet karşısına bir talih olarak çıkmış genç kadının aşkını
karşılıksız bırakmıyor. Onu ve çocuğunu kabul ediyor. Bir lokma bir hırka
birbirlerine sarılıp yaşamayı kabullenseler de bir aile olarak mutlu mesut
yaşama olasılıkları çok düşük. Mehmet her an yakalanıp hapis edilebilir, Vuslat
ve bebeği ise her an bir cinayete kurban gitme ya da daha önce başına geldiği
gibi taşlanarak öldürülme tehdidi altında.
Tanzimat Fermanı ile başlayan yenileşme daha çok biçimsel.
İnsanlar bu yenileşmeyi, kadının toplum hayatına katılıp eşit yaşama talebini
henüz içselleştirmemişler. Vuslat annesi ve ablası ile yaşadıklarını anımsarken
sık sık buna değiniyor. Babası önce özel öğretmenden ders almalarını kabul etse
de “Eğitim bunları hür yapıyor” diyerek ders kitaplarını yırtıyor ve evdeki
eğitime son veriyor. Çünkü ona göre “Hür olan yoldan çıkar.”
Annenin ve kızlarının modernleşme için küçük çabalarının
bedeli hep ağır oluyor. Örneğin Fransızlar gibi giyinip gezmeye gittiklerinde
bunun cezası annenin sıkı bir dayak yiyip topal kalması olacaktır.
Vuslat Emine’nin hamileliği de kolay kabullenilmemiş, belki
de hiç kabullenilmemiş. Evin erkeklerinden olayın saklanmış olması genç anne
adayının uğrayacağı şiddeti ertelemiş olsa da başta annesi ve kız kardeşleri
olmak üzere kadınların uyguladığı sözlü ve fiziki şiddet de dikkate değer.
Vuslat başta umutsuzluğa kapılıp uzun ve gür saçlarını yakarak kendini
öldürmeyi denese de kurtarıldıktan sonra hayata tutunmuş. Çocuğunu doğrup yaşamını
sürdürmeye kararlı.
1800’lerin sonunda yaşanan olaylara dayanan romanda Halid
Ziya ve çağdaşlarının tadı var. Olayların kuruluşu, kahramanların davranışları
o romanları anımsatıyor. Şebnem İşigüzel, romanın gelişimini daha çok başkahramanının
anlatımlarına dayandırmış. Mehmet’le birlikte yeni bir yaşam kurmak amacıyla
gittikleri Heybeliada’daki uzun diyalog bölümü dışında anlatım sarkmıyor.
Sahilde iki kaşık gibi içiçe yatarlarkense Vuslat’ın adeta çenesi düşüyor.
“Gözyaşı Konağı”nı anlatımın akıcılığına kapılıp keyif
alarak okudum. İşigüzel Türk klasiklerinin tadını anlatımda ve olay örgüsünde
yakalarken romanın gelişiminde kırıyor. Şebnem İşigüzel söyleşilerinde “Bu kez
okurlarımı mutlu etmek istedim” dese de “Gözyaşı Konağı” mutluluk veren bir roman
değil. Aksine “mutlu aşk yoktur, mutlu son yoktur” diye düşündürüyor. Hele
1800’lerin sonunda kadınlara yaşatılanların günümüzde de pek değişmediğini
düşünürseniz içiniz daha çok kararıyor. Bahar Çuhadar’ın İşigüzel’le yaptığı
söyleşinin başında belirttiği gibi “kitabın içinde geçen tarihleri kapatıp
okursanız, bugünün Türkiyesinde olduğunuzdan bir an bile şüphe etmenize imkan
yok” (bkz. Radikal Kitap 13.05.2016).
02.06.2016
Yorumlar