Bir muhabir, günümüzdeki moda deyimle bir haberci ne yapar?
Gördüklerini, şahit olduklarını objektif bakışla 5N1K ilkesine göre yazar. “Ne,
nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kim şeklindeki bu temel ilkeler habercilikte
esastır. Objektiflik, tarafsızlık, doğruluk ve temiz dil muhabirin ana
ilkeleridir.” Ama günümüzde, özellikle ülkemizde artık haberlerin böyle
yazılmadığını biliyoruz. Bazı haberlerin ise hiç yazılmadığı, yazılamadığı
malûm. Yalan haber yazmak, ajanstan gelmiş habere masabaşında takla attırmak
meslekten ihraç nedeni değil, muteber bir meziyet.
Özellikle otoriter rejimlerde iktidarlar, haberlerin kendi
istedikleri gibi yazılmasını, halkın sadece onların uygun gördükleri haberleri okumasını
istiyorlar. Buna uymayan, işini doğru bir şekilde yapan gazeteci önce “iyi
gazeteci”, hatta “kahraman” oluyor, sonra şanslıysa işsiz kalıyor, şansı yaver
gitmez ya da inat eder “istenmeyen” haberler yazmaya devam ederse kendini
hapiste buluyor.
1970’li yılların sonu. Josefa Nadler, Doğu Almanya’da
haftalık bir dergide çalışıyor. “Illustrierte Woche” tüm diğer dergiler,
gazeteler ve yayın kuruluşları gibi devlet desteği ile yayımlanan, bu nedenle
de son sözü devlet görevlilerinin söylediği bir dergi. Devletin yaptığı iyi,
güzel şeyleri fotoğraflarıyla sayfalarına yansıtıyorlar.
Monika Maron’un Uçucu Kül’ünün (Haziran 2016, çev. Zeynep
Aksu Yılmazer, Alef yay.) kahramanı Josefa Nadler bu derginin muhabiri olarak
B. Şehrine yollanıyor. Görevi bu şehir hakkında bir röportaj yapmak. Şefi Luise
“Git bir bak bakalım” demiş. Normalde işinde başarılı olmuş, “İşçi Nişanı” ile
ödüllendirilmiş işçilerle röportajlar yapıyor. Bu röportajlar da her şeyi iyi
güzel yanından görüp, yazmayı sağlıyor.
Gönderildiği şehir “doğmanın kaderin bir sillesi olarak
görüldüğü bir yer” olarak anılıyor. Bir sanayi kenti. Yoğun hava kirliliği,
ağır iş koşulları, hava kirliliğinden hastalanan, çok çalışmaktan yorulup
yaralanan, sakat kalan işçiler... Sokaktaki hemen herkes hasta, ağaçlar
ölüyor... Fabrika bacalarından savrulan duman şehrin üzerine kül olarak
yağıyor. Amonyak, nitrik asit, kükürt dioksit...
Nasıl olsa gördüklerini yazamayacağını düşünerek, en kötü
yerleri, en ağır iş koşullarında çalışılan fabrikaları, kirliliğin kaynağı kömürle
çalışan eski santrali gösteriyor, yerine yapılan ama çalışmayacak doğalgazlı,
çevreyi kirletmeyen yeni santralden söz ediyorlar. “Bir şey değiştiremeyeceksem
burada ne işin var benim” diye soruyor Josefa. B. şehrinde gördükleri onun
kendini yumruk yemiş gibi hissetmesine neden olmuştur.
Gördüklerini, yaşadıklarını, çocukluk arkadaşı, her zaman
sevgili adayı Christian’a anlatıyor. O da Josefa’nın gerçekleri yazamayacağını
biliyor. Ama içinin rahatlaması, boşalması için iki versiyon yazmasını öneriyor.
“İki versiyon yazsana. Birincisinde gerçekte nasıl olduğunu yaz, ikincisi de
basılabilecek bir metin olsun.” Josefa bu teklifi “şizofrenik bir durum”,
“entelektüel bir sapıklık” olarak niteleyip reddetse de kafasına kendi kendini
sansür etmeyip gerçekleri yazması gerektiği fikri de yerleşiyor.
Uzun tereddütler, kendiyle hesaplaşmalardan sonra
“Avrupa’nın en kirli şehri B.” diye yazmaya başlıyor. Yazısının
basılmayacağını, başının derde gireceğini, hatta işinden olacağını bile bile...
Çünkü Josefa Nadler dededen gelme inatçılığı ile ünlü. Annesi ve teyzesinden gelen
çabuk öfkelenmek, hemen gerilmek gibi huyları da var. Nazan Maksudyan’ın da
kitapla ilgili yazısında “Ağırbaşlı, uysal, kurallara saygılı olmayı varoluşsal
olarak reddeden bu kadının gazete yazarlığı yaptığını okuduktan sonra işlerin
gitgide trajikleşeceğini açıkça görebiliyorsunuz” diyor (‘Son’ Filmlerde Olur, sabitikir.com).
Nazan Maksudyan’da öyle izlenim bırakmış ama baştan beri “aykırı”, “farklı” bir
kişi olduğunu sanmıyorum. O zamana kadar şeflerinin istediği gibi yazılar
yazmış, röportajlar yapmış. Pek itiraz etmemiş, sorgulamamış. Belki de bunlarla
ilgilenecek zamanı olmamış. Daha çok kendi sorunlarını çözmeye çalışıyor. Küçük
çocuğuyla yalnız yaşayan bir kadın. Gittikçe de kendini daha çok yalnız
hissediyor. Geleceği konusunda umutsuz. Zamanında beğenip evlenmediği çocukluk
arkadaşı Christian’la birlikte olarak yalnızlığını azaltacağını düşünüyor. Ama
ondan da beklediği sıcaklığı göremiyor. Christian onun dertlerini, tasalarını
dinlemiyor, önemsemiyor.
Yaşananları pek sorgulamamış çünkü “sosyalist” bir devlette
yaşıyor. Ülkenin adında “Demokratik” ibaresi var; “Alman
Demokratik Cumhuriyeti”. 7 Ekim 1949’da resmen kurulmuş. Ülkeyi hep tek bir
parti yönetiyor; Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED). Henüz yirmi yıllık bir
geçmişi var ülkenin ve halk bu ülkenin dedelerinin, ninelerinin kanlarını
dökerek kurulduğuna ve en iyi, en ideal şekilde yönetildiğine inandırılmış.
Yönetimde kendileri, halk var. Tabii ki
sadece teoride. Herkes “yukarıdakiler”in kendilerini yönettiğini, yaşamlarının
her anının denetim ve gözetim altında olduğunu, düşüncelerini serbestçe ifade
edemeyeceklerini, hiçbir şeyi eleştiremeyeceklerini, başta seyahat etmek olmak
üzere hemen hiçbir özgürlükleri olmadığını, kendileri hakkında tüm kararları
yukardakilerin verdiğini biliyorlar. Ama bunu dillendirmiyorlar, çünkü rejimin
kökleşmesi için bir süre eleştiriyi bir yana bırakıp tüm güçleriyle yönetimi
desteklemeleri gerektiğine inandırılmışlar.
B. şehrini görmesi Josefa için bardağı taşıran damla oluyor,
gerçekleri yazmakla kalmıyor, inatla yayınlanması için uğraşıyor. Tahmin
edileceği gibi yazı yayımlanmıyor. Bu durum Josefa’yı daha da kızdırıyor,
işinden olma pahasına mücadele ediyor. Yöneticilere, partiye mektuplar yazıyor,
şikayet ediyor. Bu süreçte yavaş yavaş arkadaşları, meslektaşları kendisinden
uzaklaşıyor, sevgilisi terk ediyor. Çünkü hiçbiri Josefa’nın neden inat
ettiğini, neden yazısı yayımlansın diye böyle uğraştığını anlamıyor. Gerçekleri
yazmamak, susmak, kabul etmek gayet normal davranışlar onlara göre. İşini, toplumsal
konumunu kaybedeceğini bile bile yazısının yayınlanması için diretmek için ise
ancak “kaçık” olmak gerek. Josefa da bir kaçık olmalı.
Monika Maron Uçucu Kül’de hangi adı alıp, hangi ülkülerden söz ederse
etsinler otoriter rejimlerin birbirine benzediğini, gerçeğe, eleştiriye
tahmmülleri olmadığını, sınırsız itaat istediklerini, en küçük itirazın bile
affedilmeyeceğini yalnız ama inatçı bir kadının yaşadıklarında etkileyici bir
şekilde anlatıyor. 29.09.2016
Yorumlar