Samuel Riba eski bir editör. Nesli tükenen editörlerden.
“Edebiyata hep ilgi duymuş, hâlâ okuyan editörlerden”. Otuz yıl bağımsız
yayıncılık yapmış. Kendi yayınevini büyütmüş, geliştirmiş, sonunda da
batırmadan kapatmış. Büyük başarılara ve başarısızlıklara imza atmış. Döneminin
büyük yazarlarının pek çoğunun bir eserini bile olsa basmış. Sonunu getirenin
moda haline gelen gotik vampir hikayelerini ve benzeri saçmalıkları basmaya
direnmesi olduğunu düşünse de temelde daha derin nedenler var. Para idaresi
konusundaki başarısızlığı ve edebiyata sınırsız tutkusunun esas nedenler
olduğunu hissediyor. En büyük üzüntüsü de “henüz kimselerin tanımadığı, ancak
zamanla dâhi bir yazar olarak anılacak bir yazar keşfedemeden editörlüğü
bırakmak”.
Barcelona’da yaşayan 60 yaşındaki Riba’yı gününün neredeyse
tamamını evde bilgisayar başında, internette dolaşarak geçirirken tanıyoruz. Karısı
Celia bu durumu dışsal baskılardan kaçıp anne babalarının evinde bir odaya
kapanıp uzun yıllar geçiren Japon gençlerine verilen adla tanımlıyor;
hikikomori. Sadece çarşambaları anne ve babasını düzenli olarak ziyaret
etmesinin dışında sokağa pek çıkmıyor. Eski dostlarını aramıyor, onlar da onu
unutmaya başlamış. Bunda içkiyi bırakmasının da etkisi olduğunu düşünüyor.
Eskiden sık sık yurtdışına toplantılara konuşmacı olarak
davet edilirken artık bu davetler de azalmış. O da zaten bu gezilerden tad
almaz olmuş. En son Lyon’a gitmiş ve 24 saat otel odasından hiç çıkmadan kaldıktan
sonra geri dönmüş. Seyahat anılarını büyük merakla dinleyen anne babasına bu
durumu nasıl anlatacağını bilemiyor. Biraz da bunun verdiği suçluluk duygusu
ile Dublin’e gideceğini anlatıyor onlara. Oysa böyle bir seyahat planı yok.
İki yıl önce hastanede yatarken gördüğü bir rüyayı
anımsamıştır. Daha önce hiç gitmediği Dublin’in cadde ve sokaklarında
dolaşmaktadır bu rüyada. Uzun uzun yürümüştür. Rüyanın sonunda da karısının
onun yeniden içmeye başladığını yine Dublin’de bir barın kapısında öğrenmesi
sahnesi vardır. Sarhoş halde bardan çıkarken karısı ile karşılaşıp şaşırmış,
sonra da birlikte kaldırıma oturup ağlamışlardır.
Riba’nın anne babasına söylediği yalan ve bu rüya Dublin
seyahatinin bahanesi olur. Odasında bilgisayar başında geçirdiği uzun saatlerde
Dublin seyahatini planlarken rüyasının diğer parçalarını da anımsar. Anımsadığı
bölümlerin geçtiği yerlerin gerçekten var olup olmadığını da merak etmektedir.
Rüyanın en önemli bölümlerinden biri James Joyce’un Ulysses’inin ünlü cenaze töreni bölümüdür.
16
Haziran’da Dublin’e gidecek, orada matbaa çağının yani Gutenberg Galaksisi’nin
cenaze törenini yapıp, basılı kitap döneminin kapanışını dijital çağın
başlangıcını resmen ilan edecektir. Gutenberg Galaksisi’nin doruk noktası da
James Joyce’un Ulysses’idir. Bu dev eserde Joyce kahramanlarının 16 Haziran
1904’de tek bir günde Dublin’deki kişisel seyahatlerini anlatır. James Joyce’un
ve Ulysses’in anısına bugün, romanın kahramanlarından Bloom’dan esinilenerek
Bloomsday adıyla kutlanmaktadır.
Riba,
bilgisayar başında geçirdiği saatlerde kendi geçmişi ile hesaplaşırken Claudio
Magris, Paul Auster, Georges Perec, Hugo Claus, Carlo Emilio Gadda, Pessoa,
William Butler Yeats, Robert Walser, Maurice Blanchot gibi bir çok yazarın
adlarını anmakla kalmıyor, onlardan alıntılar yapıyor hatta Auster’in evinde
akşam yemeği gibi bölümlerle onları romana da katılıyor. Vilem Vok gibi
varlığından şüphelendiğimiz yazarlardan da alıntılar var kitapta.
Enrique Vila-Matas Dublinesk’te (Eylül 2016, çev. Pınar Aslan,
İthaki yay.) editör kahramanı Riba’nın düşünce dünyasını satırlara dökerken modern
– postmodern edebiyatın birçok yazarını anarak onlarla hesaplaşıyor, tartışıyor
ve ayrıntılı yorumlar yapıyor. Ama romanda anahtar ve odak Dublinli iki yazar
James Joyce ve Samuel Beckett.
Riba, bir zamanlar kitaplarını yayımladığı, uzun yıllardır
dostluğunu sürdürdüğü üç yazar arkadaşını bu seyahate katılmaları için davet
eder. Böylece Ulysses’teki
cenaze törenine katılan dört kişilik grubun bir benzerini de oluşturmuş olacaktır.
Dört arkadaş birlikte Dublin yoluna düştüklerinde romanın yarısına gelmişizdir
ve her eylem için binbir yapmama gerekçesi bulan Riba’nın Dublin’e gideceği
halen kuşkuludur. Şaşırtıcı bir biçimde Riba’yı Dublin yakınlarında garip bir
otelde buluveririz. Ama hâlâ Dublin’e gireceği kuşkuludur. Şehre girmesi için
bir gün daha geçmesi gerekir.
Bu arada Riba’nın nadiren sokağa çıktığı zamanlarda sadece
kendisinin bir anlığına gördüğü kişilerden de söz etmek gerekir. Çeşitli
yerlerde bir an görünüp kaybolan Nehru ceketli genç gibi Dublin’de de sık sık
Beckett’in gençlik haliyle karşılaşacaktır Riba.
Enrique Vila-Matas Dublinesk’le postmodern romanın
şahikalarından birini yazmış. Özellikle Dublin bölümlerinde Ulysses’le kurulan
metinsel bağları tam olarak anlamak için Joyce uzmanı olmak gerek. Ulysses’i
Türkçeye kazandıran Armağan Ekici belki bu konuda bir şeyler yazar diye
umuyorum.
Öte
yandan Riba’nın editörlük yaşamı ile hesaplaşması ise hem yitik entelektüel
editörler kuşağına bir saygı duruşu hem de günümüz yayıncılık dünyasının sıkı
bir eleştirisi olarak iyi editörlere ve iyi okurlarlara önerilmeli. Kitabın
zamanının dolduğu gelmekte olan dijital çağla birlikte entelektüel yapımızın
değişip çölleşeceği tezi de ayrıca tartışılmayı hak ediyor.
Riba’nın düşünsel ve kişisel yolculuğu ve sonuçta vardığı
nokta da insanoğlunun yalnızlaşması, en yakınlarıyla bile iletişimsizliği gibi
başka bir boyuta geçmemizi gerektiriyor.
Enrique Vila-Matas’ın humor ve kara mizahla yüklü güçlü bir
anlatımı var. Edebi gücünü koruyarak merak unsurunu yitirmeden roman akıyor.
Dublinesk çok boyutlu, çok açılımlı, bol göndermeli bir roman olarak hem çok
şey öğrenmemizi ve bol bol sorgulamamızı gerektiriyor hem de iyi bir okuma
keyfi vaad ediyor. 27.10.2016
Yorumlar