Yeraltı romanının kendine has bir yapısı hatta prototipi
var. Kahraman hep erkek. Zaten yazar da erkek. Eserler otobiyografik ya da o
havada. Kahramanla yazarı kolayca birbiri ile karıştırabiliyorsunuz. Yazar
süreç içinde kahramanın yerini alıyor. Olaylar kahraman-anlatıcının gözünden
anlatılıyor.
Yeraltı edebiyatının başyapıtı Jack Kerouac’ın Yolda’sına
uygun olarak esas olarak bir yol hikayesi anlatılıyor. Bu katedilen bir mesafe
olarak yol olabildiği gibi bir zaman dilimi yani katedilen bir zaman da
olabiliyor. Yeraltı romanının prototipini Yolda’nın oluşturduğunu
söyleyebiliriz.
Kahraman yalnız. Varoluşsal sorunları var. Bunları
dillendirmiyor ama anlattıklarından anlıyoruz. Bu varoluşsal sorunları
nedeniyle insanlarla iletişim problemleri var. Toplumla da ailesi ile de
anlaşamıyor. Çok az ama sıkı arkadaşları var. Aşk esas olarak varoluşsal
sorunlarının en önemli kaynaklarından biri oluyor. Kadınlarla ilişkisi de aynı
şekilde sorunlu. Çünkü topluma ve insanlara karşı aldırışsızlığı maço
tavırlarının da gerekçesi oluyor.
Ama hayatında en az büyük bir aşk ve candostu olacak bir
kadın var. Bu kadınla da birçok ilişkide hayal kırıklığına uğradıktan sonra
buluşuyor. Hiçbir şey ifade etmediği, sorunlarını paylaşmadığı, kendi içine
kapanıp kaldığı için onunla iletişim kuramayan kadınlar bir süre sonra yanından
uzaklaşıyor. Büyük aşkının odağı olacak kadın ise ya onun kadar “arıza” ya da
tam antitezi, her şeyiyle “düzgün” bir kadın. İdeal kadının tipik bir örneği.
Yeraltı romanının, bir adım ileri gidersek yeraltı
edebiyatının esasını “kaçış” oluşturuyor. Kaçışın somutlanması da “yol”. Egemen
kültürü, verili yaşam biçimini, dayatılan ahlakı reddeden kişi kaçıyor. Kaçıyor
çünkü başkaldırısı bireyseldir hemen hiç toplumsallaşmaz. Çünkü yeraltı
romanının kahramanını diğerleri ilgilendirmez. O kendi benliği ilgilidir.
Kendini kurtarmaya ya da olduğu gibi kabullendirmeye çalışmaktadır. O nedenle
bir başkaldırıdan da, gerçek anlamıyla bir muhalefetten de söz edemeyiz.
Herhangi bir siyasi ideolojiye bağlanmaz. Çünkü onlara da karşıdır. Eleştirdiği
yönetim, ahlak anlayışı ya da yaşam biçimi karşısında alternatif bir sistem
önerisi de geliştirmez. “İkiyüzlü olarak gördükleri ahlâk anlayışına karşı
ahlâksızlığı, göstermelik iyiliğe karşı kötülüğü, popülere karşı aykırıyı ön
plana çıkararak bir karşı çıkış gerçekleştirirler” (bkz. Tuncay Bolat “Türk
Edebiyatı’nda Yeraltı Romanı Üzerine Bir Araştırma” Yüksek Lisans Tezi, 2013) .
Onun muhalefeti kendinedir, kendindedir. Muhalefeti en çok
muhatapları tarafından anlaşılamayan ve polisiye anlamda suç olarak
değerlendirilen eylemlere dönüşür. Kavga çıkarmak, hırsızlık, kaba kuvvet
uygulamak, tahrip etmek... Sonuç olarak da mağlup olacaktır. Ne de olsa “bu
yolda galip sayılır mağlup.”
Kaçtığı yer de “yeraltı” yani toplumun dışladığı
altkültürler oluyor. Peki o altkültüre dahil olduğunda kahramanımız aradığı
yaşam biçimini bulabilecek midir? Hayır. Çoğunlukla o altkültürdeki ilişkiler
ağının verili düzenden pek farklı olmadığını bir süre sonra anlayacak hızla
uzaklaşacaktır.
Deniz Utlu’nun adını ilk kez yazar arkadaşım Yavuz
Ekinci’den duydum. Onun tavsiyesi ile de Utlu’nun ilk romanı Savrulanlar’ı
okudum. Kısa biyografisi şöyle; “Deniz Utlu
1983’te Almanya’nın Hannover kentinde doğdu, şu an Berlin’de
yaşıyor. Freie Universtiät Berlin’de iktisat bölümünü bitirdi. 2003’ten 2014’e
kadar Freitext edebiyat dergisinin editörlüğünü yaptı. 2012 senesinde NSU adlı
neo-nazi üçlüsüyle ilgili ilk oyununu yazdı (Fahrräder könnten eine Rolle
spielen). Denemeleri Almanya’nın önemli dergi ve gazetelerinde yayımlandı.
Ödüller aldı. Yazar Peru, Kolombiya ve Polonya’da birçok söyleşi yaptı. Maksim
Gorki Tiyatrosu yazarın ilk romanı Savrulanlar’ı 2015 yılında uyarlayıp
sahnelendi.”
Deniz Utlu Türkiye kökenli bir Alman yazarı. Eserlerini
Almanca kaleme alıyor. Savrulanlar’ın Türkçe çevirisi “Yeraltı Edebiyatı”
dizisinden yayımlanmış (Eylül 2017, çev. Tarık Kayakan, Ayrıntı Yay.). Roman bu
dizide yayımlanarak ilk aşamada kategorize edilmiş. Arka kapakta da bu yönde
bilgiler var. “Aşırı öfkeli, melankolik, hayata tutunamamış Elyas ardında
kötücül bir ruhla Berlin sokaklarında hayatın ve aşkın anlamını aramaya çıkar.
Deniz Utlu, Savrulanlar’da hayata boş vermiş Elyas’ın ve dostlarının, aşkların,
birinci, ikinci kuşağın, yıkılan duvarın, yıkılan hayallerin, yakılan
hayatların, yıkılmayan “öteki”liğin hikâyesini anlatıyor, çarpıcı bir dille...”
Ama aynı arka kapak yazısında “Elyas, kökleri Almanya ile Türkiye arasında
bölünmüş, bütün hayatı Almanya’da geçmiş, anadili Almanca bir ikinci kuşak
insan” da deniyor. Elyas bu özelliği ile alışılageldik yeraltı romanlarının
kahramanlarından bir nebze farklılaşıyor.
Savrulanlar tipik bir yeraltı romanı gibi başlıyor. Elyas da
tipik bir yeraltı romanı kahramanın gösterdiği özelliklere sahip ve onlar gibi
davranıyor. Romanı farklılaştıran Elyas’ın kökeni. Türkiye’den göç etmiş bir
ailenin çocuğu. Ama bu niteliği nedeniyle sıkça rastlandığı gibi peşinen bir
kaybeden olmamış, toplumdan dışlanmamış. Hukuk eğitimi görüyor. Annesi Alman
kurumlarında görev yapmış bir tercüman, babası siyasi geçmişi olan bir işçi
emeklisi. Elyas’ın en yakın arkadaşı da Cemo dediği Cemal Amca. Cemal Amca
babası ile birlikte Almanya’da ilk Türk işçi grevini gerçekleştirenlerden.
Devrimci geçmişi olan biri.
Elyas babasının ölümü ile mevcuttaki kaybeden adayı halinde
farklı bir aşamaya geçiyor. Tamamen kaybetmiş değil çünkü biraz gayret gösterse
üniversiteyi bitirip avukat olabilir. Üstelik internet siteleri düzenleyerek
geçimini pek fazla çaba göstermeden sağlayabiliyor.
Elyas’ın hayatına doktor Aylin (İdeal kadının tipik bir
örneği) girdikten sonra işler daha da farklılaşıyor. Aylin kendisi gibi ikinci
kuşak bir göçmen ve yaşamda başarılı olmuş. Ama onun da ötekileştirmeden
kaynaklanan sorunları var.
Yeraltı romanlarının prototipine uygun olarak pek de
amaçları olmadan yola çıkıp önce İstanbul’a sonra Trabzon’a gidiyorlar. Yolda,
kendi geçmişleriyle hesaplaşıp geleceklerini belirleyecek yolu tespit etmeye
çalışıyorlar. Geleceğe birlikte yürüyeceklerini umabiliriz.
Savrulanlar yeraltı romanıın tipik özelliklerini gösterse de temelinde
yatan toplumsal ötekileştirme ile özellikle Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sında
belirginleşen bir soruna da değiniyor; Alman toplumunda Türkiye kökenli olarak
var olmak. Almanlar bu yeni kuşağı benimsemekte zorlanıyor çünkü artık bu
Türkiye kökenliler onların bir parçası ve kolayca dışlamak, görmezden gelmek
mümkün değil. Ama ötekileştirme konusunda azimli oldukları da bir gerçek.
Üçüncü kuşağın aşması gereken merhale de bu ötekileştirmeyi tamamen yıkıp birer
Alman vatandaşı olarak ayrımcılığı en ince bir ayrıntıda bile hissetmeden
yaşamlarını sürdürmek. 23.11.2017
Yorumlar